Görüşler

Siyaset güç değilse nedir?

Siyaset güç değilse nedir?

Necmettin Erbakan Üniversitesi Öğretim Üyesi Murat Çemrek “Siyaset üretemeyen, üretilen siyasete rıza göstermek zorunda kalır” değerlendirmesinde bulunuyor.

MURAT ÇEMREK

Şimdi sizlerle şöyle bir oyun oynayalım: Birkaç tane kelime/kavram karşılaştırması sorayım, cevabınızı bir kenara not edin, yazının sonunda bu karşılaştırmayı kendinize tekrar sorun ve not ettiğiniz cevapla karşılaştırın. Cevaplarınız da, cevaplarınızın başlangıçta ve sonuçta aynı veya farklı olmasının da hiçbir ödül veya puan karşılığı yok. Dedim ya, bu bir oyun, sınav değil. Arkanıza yaslanın ve derin bir nefes alın. Soruyorum: Fetih ile işgal arasındaki fark nedir? Ganimet ile yağma arasındaki fark nedir? Fark dediğime de takılıp kalmayın, tek değil istediğiniz kadar çok fark sayabilirsiniz. Ben numune olarak iki adet ikilem koydum, arzu ederseniz elbette siz bunları da artırabilirsiniz.

Filolog veya dilolog (bkz. Organize İşler filmi) değilim ama insanların iletişimi dil marifetiyle olduğundan yazılı veya sözlü her dilin atom/hücre çekirdeği de kelimelerdir dersek sanırım yanılmayız. Bu çekirdek, aynı atomdaki proton, elektron ve nötron gibi seslerin anlamlı bütünler oluşturabilmesi için harfler, hecelerden ve ünlemlerden mürekkeptir. Kelimeler dediğimiz fenomenler bir anlam bütünlüğüne tekabül ederler ama anlaşmamız yine de o kadar kolay değildir. Zira eşanlamlı farklı kelimeler olduğu gibi eşsesli kelimeler de farklı anlamlara sahiptir. Dahası, geçtim edebi ve/ya bilimsel çerçevede kullanılmasını, günlük konuşmalarda bile bağlamına göre aynı kelimelere aynı anlamları yüklemeyiz. Çünkü bağlam anlamın istinat duvarlarını zaman ve mekân koordinatlarında biteviye örer. Bitti mi? Durun daha yeni başlıyoruz.

Nasıl ki usul esasın önündedir ve usulsüz olanın vusulü yoktur, aynı şekilde üslup da muhtevayı şekillendirir hatta belirler. Bunların haricinde kelimelerin anlamı -anlayanın idraki ve izanı bir tarafa- söyleyenin kinaye ve/ya tecahül-i-arif sanatlarından faydalanması eşliğinde bir daha şekillenir. O yüzden Mevlânâ’nın “Sen ne söylersen söyle, söylediğin, karşındakinin anladığı kadardır” sözü hiç de boşuna değildir. Bu işin bir de jest ve mimikleri var. Anlatımınızda faydalandığınız kelimelerden ziyade vücut diliniz o kelimelere asıl anlam bulutunu yüklemektedir. Dahası, deyimler ve atasözleri bir dilin diyalektik zenginliğini gösterdiği kadar aynı dili kullananların yaşadığı toplumsal kamplaşmaları da ifade eder. Misal; “Bir elin nesi var, iki elin sesi var”cıların karşısında “Nerde çokluk, orada…”çular bitiverir veya “Sakla samanı gelir zamanı”cıların karşısında da “Bir daha mı geleceğiz dünyaya”cılar hemen yerini alır. O yüzden sıfatlar itinayla numerikleştirilmelidir. Benim için az veya çok olan başkası için tam tersi olabilir ama ölçülebilir bir hale getirdiğimizde sadece kontrol etmekle kalmayız, hepimiz kendi standartlarımızı ortaya koyabiliriz. Bu konuda benim favori betimlemem -yemek tariflerinin vazgeçilmezi- “göz kararı” ifadesidir. Bu benim her duyduğumda gıcık olduğum bir nitelemedir, zira bizim elimizin ayarı yok ki gözümüzün kararı olsun. Bu çerçevede, nötr bir dil öğrenme iştiyakıyla eşimle sekiz yıl önce işaret dili kursuna kaydolduğumuzda, küresel bir dil öğreneceğimi zannediyordum, lakin öğrendiğim işaret dilinin bırakın dünyadaki, ülke düzeyindeki farklılıklarını, semt düzeyinde bile farklılaştığı oldu. Kısacası bir değil 100’den fazla işaret dili olduğu gibi onlar da kendi içlerinde diyalekt ve ağız farklılıklarına sahipti. Tek el düzeyinde ve alfabetik kullanımları arasındaki farklıları da bir yana, işaret dilleri aralarında tek ve iki el kullanımı olmak üzere de ayrışıyordu.

Her kelime ve/ya kavram istese de istemese de tarihi, kültürel ve hatta ideolojik bagajlarla yüklüdür, zira -ister dinî ister ladinî olsun- her öğreti tasavvur ettiği dünyayı, en güzel nasıl olacağının nihai reçetesini kullandığı dil üzerinden kelimelere boca eder. Kelimeler de bu yükten nasibini fazlasıyla alır. Herhangi bir öğretiyi benimseyen bir kişi için diğer tüm öğretiler mümkünse tarihin çöplüğüne boşaltılacak ya da en azından pasifize edilecek şeytanlıklardır ki bu sayede dünya huzura kavuşsun. Aşık Veysel’in dediği gibi “Kurt kuzuyla gezerdi, fikir başka başka olmasaydı”, lakin kuzular mütemadiyen kurtların suyunu bulandırdıklarından, kurtlar da kendi su havzalarını korumak üzere kuzulara karşı kendilerini savunmak durumunda kalmaktadır. Bu fikir ve eylem farklılığı da kurt ve kuzunun en azından sınır bölgelerinde birlikte devriye gezmelerine mâni olmaktadır. Elbette, felsefenin doğası gereği fikirler başka başka olacak ama “her fikre saygımız var” eyyamcılığına diplomatik bir yaklaşım için bile gerek yok. Örneğin, benim için ırkçılık bir fikir değil, en nazikçe “Rabbim şifasını tez versin” nevinden bir hastalıktır. Ben hastalığın neyine saygı duyayım ki? “Ay insanları ne güzel perişan ediyor” mu diyeyim? Teşhisi olanın tedavisi de ebette mümkündür. Kaldı ki ırkçılığa karşı elimizde büyük bir koz var: Yakalanmamak. Bunun izdüşümü olarak bir ırkçıdan da “insanların yekdiğerine hiçbir üstünlüğü yoktur” fikrime en azından bir tebessüm de beklemiyorum. Eminim o da beni bir kaşık suda boğacaktır eline geçen ilk fırsatta. Aynı şekilde “her inanca saygımız var” da başka tür bir eyyamcılıktır. Günün sonunda sadece dinsel olması gerekmez, herhangi bir inanca sahip olmak rasyonel gerekçelerle açıklanamayacak ve dahası açıklanmaya gerek de duyulmayacak bir ikna oluş veya içselleştirmedir. Aynı bağlamda artık folklorik karşılığı bile kalmamış geleneklere kim, ne diye saygı duysun ki? Kendisinden önceki ölüp giden gelenekler gibi gelenekler mezarlığında yerini alırken sosyal bilimcilerin bir bölümüne ekmek kapısı olacak en fazla. Örneğin; sizin daha kendinizden bilinç düzeyinde haberiniz bile yok iken, beşik kertmesiyle sizi nişanladıklarıyla onlara göre vakti gelince evlendirilmenin neyine saygı duyalım ki? Evlilikle ilgili diğer geleneklere girmiyorum bile ve böyle geleneklere karşı çıktığınızda Hain Evlat Ökkeş veya Kötü Kedi Şerafettin olmak devrimciliğin kaderindendir.

YA DEVLET BAŞA YA KUZGUN LEŞE

Gördüğünüz gibi bir fikir üretmek de onu eyleme geçirmek de o fikre hem düşünce hem eylem düzeyinde karşı çıkmak da siyasetten birer cüzdür. “Çingeneye beylik vermişler, önce babasını asmış” atasözünün ırkçı semantiğini bir kenara bıraktığımızda bile her muktedirin doğası gereği kendi iktidarını -sınırlamayı bırakın- sınırlama ihtimali dahi olanları ortadan kaldırması muktedirin gaddarlığından değil iktidarın doğası gereğidir. Yoksa dünya siyasi tarihi babasına veya baba yarısı amcasına kanlı veya kansız darbe yapanlar veya bir daha Fetret Devri yaşanmasın deyu kardeş katlinin önünü açanlarla dolu olmazdı. Herhangi bir muktedir bilir ki; kendisini iktidara getireni etkisiz hale getirmedikçe Demokles’in kılıcı kafası üstünde sallanmaya devam edecek. O yüzden her muktedir en azından şunu içinden tekrar eder durur: Dur kendime yer edeyim, bak sana neler edeyim? O yüzden iktidara yürüyen için ihanetle suçlamaların bir kıymet-i-harbiyesi yoktur, çünkü iktidar doğası gereği “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” metronomundaki bir sarkaç gibi gider gelir. (Bari okumuyorsunuz, hiç değilse Game of Thrones, House of Cards veya Those About To Die izleyin, hepsi bu mevzuları anlatıyor.)

Siyaset, doğası gereği bir güç oyunu olduğuna göre, adalet de pek havalı ve bir o kadar süslü bir kavram olarak Gramsciyen anlamda bir hegemonya meselesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Kısaca, adaletin inşası ve tevzi ancak güç ile olur. Güçsüzler isteseler de adil olamazlar, çünkü adalet güçlünün zulümden uzaklaştıkça yaklaşılabilecek bir mevkidir. Güçsüzler zaten güçlülerden adalet bekler, çünkü güçlü adil olmak zorunda değildir. Propaganda çarkları şöyle bir dönmeye görsün, muktedir için “Sizin anlattığınız kadar da zalım değil” ile başlayıp “Aslında bayağı da adil”mişe gelir güçsüzlerin söylemleri; zira güç, güçsüzlerin günlük lakırdılarını da tayin etmeyi gerektirir. Nitekim onlar güçsüz olduklarından doğru düzgün ne diyeceklerini de bilemezler. Görüyorsunuz işte muktedirlerin işi de zor. Güçsüzler, muktedirlerin kendilerine ne kadar adil olduklarını anlatıp dururlar da o adaletin membaı “güç bizde olsa biz onlara adil olsak da onlar bizden bahsetse” diye pek nadiren aklederler ve daha nadiren de işlerine öyle gelir. Zira güçsüzler elbette güç isterler ama biraz da tembelliklerinden ve daha çok da elimizdekilerden de olacağız korkusundan adalet yerine atalet üzeridirler. Hal böyle olunca, Nasreddin Hoca’nın Timur’un otağına kadar yol boyunca kendisini gazlayanların birer ikişer etrafından ayrıldığını ve en sonda kendisinden başka kimsenin kalmadığını fark edince ekstra iki fil daha istemesi adalet değil midir? Hatta köylünün durumunu köylüden daha iyi bilen Timur’un aslında dört file bakabilecek köye lütfedip iki fil göndermesi adalet hatta nezaket hatta zarafet hatta letafet değil de nedir? Rabbim Timur gibi hükümdarları, Nasreddin Hoca gibi ulemayı ve ben fakir gibi satiristleri eksik etmesin, yoksa ne şu dünyanın kahrı çekilir ne bir gün huzur buluruz. Şikâyet etmeyin de iki fil köye gelmeden hayatın kalan tadını çıkarmaya bakın.

Başlıktan hareketle, “siyaset sadece güç değildir, asıl erdemdir efendim” diye cevaplıyorsanız, sizi erdemli kılan nedir sorusuna vereceğiniz cevap da yine soyut veya somut bir gücün telakkisinden fazlası değildir. Buna Allah korkusu veya sevgisi dediğinizde durum değişmediğinden ilahi güce atıf yapıyorsunuz. Yok, toplumsal yaşamın gereği diyorsanız Elalem Ne Der Partisi yine iktidar olmuş demektir. Ya da Aristotelyen anlamda siyaset ahlak değilse nedir diye kontra bir soru sorduğunuzda, fasit daireyi aşmak üzere siyaseti ahlaka eşitlediğinizde teoriyle pratik arasındaki makasın ayakları evren çapında genişlemektedir. Yukarıda adalet için ifade ettiğim üzere ahlaklı olmak ve/ya ahlaklı kalmak için bile en azından bireysel düzeyde bir kendini kontrol etme gücü veya öz disiplin gerekmektedir.
Sonuç olarak, fizikte güç enerjinin zamana bölümü ya da bir işin kısaca ne kadar sürede yapıldığıyla ilintiliyken; sosyal bilimlerde kişinin özellikle istemediği yönde davranışlarını etkileyebilme yetisidir. O yüzden nasıl ki fizikte gücü hareketsiz haldeki bir cismi hareket ettirme üzerinden anlıyorsak sosyal bilimlerde de bireyi ve devlet dahil kurduğu tüm toplulukları onların istemleri hilafına hareket ettirebilme becerisi olarak tanımlıyoruz. Kısacası, zora beylerin borcu var. Bundan hareketle insanları illa fiziksel bir harekete duçar kılmak yerine kelimelerin anlamlarını zaman ve zemine göre değiştirerek hareketlendirebiliyoruz. Askeri darbeler veya kürsü dokunulmazlığı olan bir milletvekiline yumruk atmak herhangi bir zekâ pırıltısı gerektirmeyen siyasetin zaten en billur ya da en lümpen halidir. George Orwell’in meşhur 1984 kitabında dediği gibi “Savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür”. Şimdi zahmet olmazsa girişte verdiğiniz cevapları gözden geçirirken ben de Yıldız Savaşları (Star Wars) serisinden sevdiğim replikle bitireyim: “Güç sizinle olsun.”

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum
Bunlar da İlginizi Çekebilir