Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, eğitim öğretim sisteminin sorunları üzerine değerlendirmelerde bulunuyor.
Bizim için en büyük tuzak, Sosyolog Alfred Schuetz’un özlü ifadesinde dile geldiği gibi “dünyayı olduğu gibi” kabul etmektir sanırım. İçine doğduğumuz dünyayı doğal görmemizde bir tuhaflık yok elbette. Aksi taktirde aşırı septik bir konumlanış içinde hem toplumun varlığı hem de işleyişi zeminini yitirirdi. Dolayısıyla anlamlı bir kültürel süreklilik ve dengeli bir sosyal varlık, varlığını bu “olduğu gibi” kabul etmeye borçlu. Teferruatlı mevzunun bir yüzeyinde bu var ve maalesef mevzu bu yüzeyde bitmiyor. Diğer yüzey ise “olduğu gibi” kabul edilen bir dünyanın nasıl bir tuzağa, bir kapana, işlevsiz bir döngüye, bitmek bilmeyen bir tekrara dönüşmeyi barındırıyor. Gerçeklikten kopuşa, onunla kavgaya ve taşınması gittikçe güçleşen hatta karikatürleşen kaskatı muhafazakâr bünyeye götüren bir çıkmaza bizi sürüklüyor.
***
Kendimiz için bir dünya var etmek öncekilerden devraldığımız dolayısıyla içine doğduğumuz dünyayla mümkün. Bunun ötesine geçmeyi düşünmek ancak radikal siyasal bir mühendisliğe tutulmakla mümkün ve bunun da ne kadar sağlıksız olduğunu acı tecrübelerden biliyoruz. Yeni bir dünyayı bize bırakılan dünyayla yapmak ile yapılan dünyayla yetinmek, onu bugüne ve yarına taşımak arasında ölçüye gelmez bir fark var. Bu mevzu, basit bir tercih meselesi gibi anlaşılmasın. “Dünyayı olduğu gibi” kabul etmek veya etmemek, önümüze konulan ve farkında olduğumuz bir tercih neticesinde gerçekleşmez. İçine doğduğumuz dünya bize doğal gelir ve toplumsal formasyon bu doğal dünyanın ihtiyaçlar doğrultusunda dönüşümüne uygun değilse bize doğal gelen dünya ile gerçek dünya arasındaki mesafe açılır hatta bazen büsbütün kopuş yaşanır. Mesele nitelikli bir oryantasyon olmaktan çıkar, tevarüs edegelen bir formun muhafızlığına dönüşür. Özellikle bizim gibi ülkelerde yaşandığı üzere radikal politik müdahalelere maruz kalmışsa form, korunması gereken bir kimliğe dönüşerek hayatla ilişkisi hastalıklı bir hüviyete evrilir. Sayısız komplikasyona yol açan bu duruma ilişkin teferruatlı tartışmalar yapıldı, yapılıyor.
***
Yeni açılacak eğitim-öğretim yılı münasebetiyle alana bu pencereden yaklaşmakta yarar görüyorum. Dünyanın doğal gelmesi gibi bize doğal gelen bir eğitim-öğretim anlatısı ve pratiği içindeyiz. Alana ilişkin konuşmalarımız, tartışmalarımız, sorunsallaştırmalarımız, çözüm arayışımız ve çözümlerimiz bize doğal gelen bu anlatı ve pratik tarafından bloke edilmiş durumda. Nasıl ki modernleşme sürecimizin başlangıcından bu yana kronik meselelerimizde bir çözüm oluşturamıyorsak aynı şekilde bunun bir yansıması olarak eğitim-öğretim alanında da anlamlı bir mesafe alamıyoruz. LGS, YKS verileri yaz boyu tartışıldı. Mülakat, atanmayan öğretmenler tartışması özelinde yükseköğretim sistemimizin yaşadığı derin krizin içindeyiz. Bu krizleri yapa geldiğimiz gibi kimi teknik aksaklıklar, talihsizlikler olarak değerlendirerek çözüme kavuşturmaya çalışmamız “dünyayı olduğu gibi” kabul etmeye devam ettiğimizin bir yansıması olarak görmemiz gerekiyor. Oysa en acil konular başta olmak üzere yapmamız gereken ilk iş; bizi bloke eden bu “dünyayı olduğu gibi” görme durumumuzun farkına varma ve aramıza biraz mesafe koymaktır. Türkiye’nin çözüm olarak uygulamaya koyduğu en radikal reformlar dahil tüm çözüm hamleleri, bu temel gerçeği göz ardı ettikleri için beyhude birer çabaya dönüşmüşlerdir. Türkiye’nin mevcut alan kavrayışıyla yapısal sorunlarını çözmesi mümkün olmadığı gibi bu sorunları anlamlı bir şekilde tespit etmesi de mümkün değildir. Tespiti/teşhisi anlamlı bir şekilde yapılmamış meselelere, konjonktürün rengine göre uygun çözümün iliştirildiği bir sahte yaşam atılımı yaşıyoruz.
Alana ilişkin analitik bir bakıştan, mevcuda mesafe koyarak anlamaya çalışan sahici bir kavrayıştan yoksunuz maalesef. Eğitim-öğretim sistemimizin neden düzgün çalışmadığını bilmiyoruz. Çokça tartıştığımız öğretmenin nitelik probleminin neye karşılık geldiğini anlamlı bir şekilde bilmiyoruz. Yürüttüğümüz faaliyeti bugünün koşullarda neden bu şekilde yürüttüğümüzü, niçin bu şekilde yürütmemiz gerektiğini bilmiyoruz. Yeni müfredat değişikliğinde olduğu gibi, eğitim sistemimizde temel sorunlarımızdan birisinin müfredat meselesi olduğu ve çözümün de bu şekilde olması gerektiğine ilişkin ne pedagojik ne de makuliyeti yerinde bir gerekçeye sahibiz. Neden 12 yıl zorunlu eğitim-öğretim sürdürdüğümüzün birtakım klişeler dışında anlamlı bir cevabını bilmiyoruz. Seçtiğimiz dersleri niye seçtiğimizi, niye bu şekilde yapılandırdığımızı bilmiyoruz. Neden zaman planlamasını bu şekilde yaptığımızı bilmiyoruz. Mekân tasarımının bu şekilde olmasının çok yerinde olduğuna ilişkin hiçbir ikna edici kanıtımız yok. Ders saatlerimizin sürelerinin neye göre belirlendiği meçhul. Yükseköğretim sistemimizin bu şekilde işlemesinin hangi rasyonel gerekçeye dayandığı da izaha muhtaç. Uzatmak mümkün ancak meseleyi somutlaştırmak açısından bunlar yeterli.
Bu hususlar alan içindeki duruma ilişkin yapacağımız tartışmanın koordinatlarını sunmaları açısından önem ve aciliyet arz ediyorlar. Diğer taraftan Türkiye’de bir türlü kabul edilmek istenmeyen eğitim-öğretim faaliyetinin içerisinde yapıldığı ve kaderinin doğrudan tayin edildiği genel sosyal-siyasal ekosistemin vaziyeti ve işleyişi. Gerçek, samimi ve ahlaki zemini olan bir tartışmanın buradan başlaması olmazsa olmazdır. Aksi taktirde eğitim-öğretim alanında olduğu gibi hayatımızın tüm alanlarında bilfiil gözlemlediğimiz üzere yapılan iş ve işlemler “mış gibi yapmak”, çevrilen dolaba razı gelmek olur.
***
Eğitim-öğretim faaliyeti okul lokasyonunda tüketilebilir mi? Teknik, mekanik bir faaliyetten mi bahsediyoruz? Eğitim-öğretim, MEB marifetiyle emir komuta edilecek bir balmumu faaliyeti mi? Uygun karışımın devlet eliyle tasdik edilip hiyerarşik bir silsile üzerinden öğrencilere zerk edildiği fordist bir düzen mi düşünüyoruz? Devlet-toplum ilişkisini gözetmeksizin, bu ilişkinin niteliğini problem edinmeksizin bir eğitim-öğretim tartışması yapmak mümkün mü? Anadilde eğitim, zorunlu din dersi, din öğretimi, öğrenim özgürlüğü gibi pek çok başlık bu faslın cüzleri değil mi? Sosyo-ekonomik gerçeklik ile eğitim-öğretim arasında mutlak surette kurulması gereken bağlantıyı gündem etmeden bir başarı-başarısızlık tartışması yapılabilir mi? Asgari ücret ile eğitimin niteliği arasında bir bağlantı olup olmadığı Türkiye’de maalesef sorun edilen bir başlık olmadı, olmuyor. Ekonomik kriz derinleşirken, çalışanların neredeyse yarısından fazlası asgari ücretle yaşamaya adeta mahkûm edilmişken bu yapısal şiddeti ve aynı zamanda kalıcı terbiye sürecini görmezden gelerek sınıf içindeki düzenlemelere indirgenmiş bir eğitim-öğretim konuşması yapmak gerçekçi olmadığı gibi ahlaki ve vicdani de değil. Çalışanların mali, özlük hakları gündem edilmeden, çalışma koşullarına bakılmadan, otoriter ve hiyerarşik ilişki, mülakat vs. gibi ifsat edici süreçleri konuşmadan ve bunların ile eğitim-öğretim alanına çıkardığı maliyetle yüzleşmeden mesafe alınabilir mi? Topçu’nun ifadesiyle bir otorite merkezi olmaktan çıkıp devletin itibarsız bir memuruna dönüştürülmüş öğretmeni abartılı bir retorikle gizleyen işleyiş bütün kasvetiyle yaşanmaya devam ediyor. Kitlesel, zorunlu, tekçi, güvenlikçi dil ve yapı tahkim edilirken eğitim-öğretimin eleştirel, sorgulayıcı, özgüvenli, dünyaya açık insanlar yetiştirmesi beklenebilir mi? Akademinin, yargının, kültür-sanat dünyasının, sivil toplumun, siyasetin, yukarıda değindiğim üzere devletin işleyişinin görülmediği, sorun edilmediği yerde bir eğitim-öğretim tartışması yapmak ancak gerçeklikle teması yitirmekle, derin bir yabancılaşmayla mümkün.
***
Yeni eğitim-öğretim sezonunun açıldığı yerde sıraladığım hususları içeren geniş ölçekli bir konuşmaya taşımadığımız sürece geride bıraktığımız sayısız eğitim-öğretim sezonlarından birisini yaşayacağız demektir. Kendimizi değiştirmeden, iş görme biçimimizi, sorun tanılama ve çözüm üretme sistematiğimizi muhafaza ederek farklı sonuçların çıkacağını düşünmeye devam ediyoruz. Yazının başında belirttiğim gibi içinde doğduğumuz dünya tarafından bloke edilmiş durumdayız. Daha da kötüsü bizi öldürmekten beter eden zehri elimizdeki yegâne ilaç zannediyoruz. O yüzden hayat değişiyor, insanlar değişiyor, mevcut eğitim-öğretimi mümkün kılan tüm dinamikler başkalaşım geçiriyor ancak bizim alana ilişkin ne inancımız ne de pratiğimiz değişiyor. Sisyphos’un laneti gibi aşağıya yuvarlanacağı kesin olan bir taşı kan ter içinde zirveye taşımaya devam ediyoruz. Sisyphos için bu varoluşsal bir duruşun yansıması olarak elbette görülebilir. Bizim alandaki sıkışmışlığımız ve ısrarımız ise ancak varoluşsal bir konumdan mahrum oluşumuz ile ilişkilendirilebilir. Zaten “dünyayı olduğu gibi” kabul ettiğimizde başka bir şeyle karşılaşmamız da mümkün olmaz.