Sürenin bu kadar uzamasına rağmen, demokratikleşme ve adalet arayışından bir şekilde tamamen kopmamış olmamız, hâlâ tüten ocakların olması ve bütün umutlara defalarca kibrit suyu dökülmesini sağlayan kült sistemine bir asırdır maruz olmamıza rağmen hâlâ memleketin muhafaza ettiği bir umut hakkı var. Ve bu hak, asrı aşkın zamandır onu boşa çıkaranlardan çok daha gerçek ve güçlü.
Doğrudur, demokratik bir erozyonun yaşandığı dönemden geçiyoruz. Türkiye darbe girişiminden bu yana demokratik sancıları artmış bir ülke. Bu durum küresel demokratik gerilemeyle eşzamanlı bir şekilde yaşanıyor. Ancak demokrasilerinde temel sorunları yıllar önce çözmüş, demokratik kurumsallaşmasını tamamlamış ve hepsinden önemlisi demokratik kültürü yerleştirecek kişi başına gelir ve refaha ulaşmış ülkelerin yaşadığı erozyonun etkisiyle bizimkisi birbirine karıştırılmamalıdır. Bizim demokratik sancı eşiğimiz bu ülkelere göre oldukça düşüktür. Zira bizim eşiğimiz hâlâ sivil anayasa, milyonlarca vatandaşın seçme ve seçilme hakkı, ifade hürriyeti, hükümet sistemi, siyasi partiler kanunu, bağımsız yargı, hukuk devleti gibi temel başlıkların seviyesinde durmaktadır. Bu seviyede bir eşiğin anti-demokratik eğilimlerce aşılması her seferinde oldukça kolaydır. Bu durumu değiştirmek için ülke içerisinde aktivizmi aşan konvansiyonel bir siyasi kurumsal talep de bulunmamaktadır. Partilerin bazı seçmen şikâyetlerinin taşıyıcısı olması, şümullü bir demokratikleşme için yeterli olmadığı gibi özünde yukarıdaki başlıklarda yapısal ve sahici bir demokratik dönüşümü de talep etmemektedir. Muhalefet hâlâ tam demokratik bir Türkiye hedefinden çok daha fazla iktidar talep etmektedir. Hal bu olunca demokratikleşmenin önünü açma umudu da uzun yıllardır mutada dönüşmüş bir şekilde muhalefet yerine iktidar ittifakının son girişiminden gelmiştir.
Her ne kadar demokratikleşme talebi ve basıncı güçlü bir şekilde toplumda ve siyasette hissedilmese de Türkiye’nin bütün siyasal, ekonomik ve toplumsal sorunlarının çözüm merkez üssü olmaya devam etmektedir. Üstelik bu enerji ifade edilmese de toplumda her zaman potansiyel olarak, siyasette ise ürkek ve rasyonel olarak vardır. Siyaset, seçmenle kurduğu ilişkiyi dönemsel ve araçsal olarak demokrasi talebi üzerinden yapmasa da nihai kertede daha başka bir zemini olmadığının her zaman farkındadır. Ortaya çıkan “yeni umut” bu farkındalığın sahici bir siyasal enerjiye dönüşmesiyle, toplumdaki potansiyelle tahmin edilenden çok hızlı bir şekilde buluşabilir. Yeter ki siyasi elitler, siyasetfobinin hiçbir gerekçesi olmadığını, cari siyasal kodların 20’nci yüzyılın kısır döngüsüne ait olduğunu ve umudun her zaman daha güçlü olduğunu fark etsinler.
Ülkemiz için PKK’nın demokratik maliyeti zannedilenden çok daha ağırdır. Bu ağır maliyetin ekonomik ve jeopolitik faturası, Türkiye’nin içinden çıkamadığı kısır döngüsünün de önemli bir dinamiğidir. Ancak yarım yüzyıla doğru giden maliyetin ve travmanın ardından, sorunla ilgili sebep-sonuç ilişkisini sağlıklı bir şekilde kurmaktan uzak olma lüksümüz kalmamıştır. Türkiye’nin kamu düzeninden demokrasisinin derinliğine, jeopolitik istikametinden güvenlik mimarisine varıncaya kadar temel başlıklarının şekillenişine ve gelişimine terörle mücadele dünyası karar vermemelidir. Zira böylesi bir durum ilan edilmemiş de facto olağanüstü hâl dünyasının maliyetine biteviye katlanılması anlamına gelmektedir. PKK, araçsal ve dönemsel bir sorun olarak hitama erebilmesi için Türkiye’nin kozmik düşmanı haline getirilmemelidir. PKK, Türkiye’nin düşmanı değil en fazla bir sorunu olabilir. Çünkü böylesi bir örgütün Türkiye ölçeğinde bir ülkenin ne yönünü ne ittifak haritasını ne hukuk devletinin eksenini belirleyememesi gerekir.
Ayrıca, PKK hususunda, daha fazla mantıksal “ilk neden paradoksu” tartışmasına da memleketin ihtiyacı yoktur. Asgari düzeyde demokratik sorumluluğu, ciddiyeti ve basireti olanlar için bu tartışmanın bir anlamı bulunmamaktadır. PKK’yı var eden içsel sebepler de dışsal destekler de malumdur. Buna rağmen zihnen 1980’lerde, 1990’larda bir yerlerde takılıp kalmış olanlar da kimseyi ürkütmemelidir. Kaldı ki aynı zihinsel tıkanmanın en güncellenmiş tartışması PKK ve Kürt meselesidir. Memleketin diğer birçok yapısal başlığında, birçoğu geçen yüzyılın ilk yarısında bir yerlerden ülke ile konuşmaya çalışmaktadırlar. Bu anakronik düzeyden bugün çözüme yönelik atılacak herhangi bir adıma, memleketin geleceğine dair veya dünyanın ve bölgenin yaşadığı dönüşüme dair anlamlı bir cümlenin sadır olmasını beklemek nafiledir.
Türkiye için PKK konusunun kapanması, yapısal ve şümullü bir demokratikleşme içerisinde Kürt meselesinin de ortadan kaldırılması, aynı anda içeride hukuk devletinin dışarıda jeopolitik derinliğin tahkim edilmesi anlamına gelecektir. Yaşanması elzem olan normalleşme, PKK sorununu da Kürt meselesini de aşan bir siyasal atılıma dönüştürülebilir.
Bugün böylesi bir atılıma siyasi partilerin ve toplumun mecalinin fazlaca olmadığı doğrudur. Son yedi senesini çift haneli enflasyon altında geçiren bir ekonomide bu şaşırtıcı bir durum değildir. Ancak demokratik takatsizlik ve iştahsızlık, birçoğu anlamsız kimlik sorununa dönüşmüş ve bazıları kangren hale gelmiş meselelerin çözümünde, toplumsal muhalefetin, özellikle iktidar için, odağının değişmesiyle kolaylaştırıcı bir unsur haline de gelebilir. Üstelik bu duruma, Suriye’de yaşanan gelişmelerle elde edilen moral avantaj, mülteci sorununda rahatlama ve jeopolitik kazanımlar da eklendiğin de iktidarın elinin daha da rahatlaması mümkün olabilir.
Hasılı kelam şartların müsait olduğunu söylemek mümkün. Bu şartlar altında siyasi sorumluluk alınması gerekiyor. Konunun bir şahsın serbest kalması olmadığının, asıl meselenin Türkiye’nin serbest kalması olduğunun anlaşılması gerekiyor. Yeni umudu İmralı tartışmasıyla boğmak isteyenlerin en büyük korkularının, bilerek veya bilmeyerek, prangalarından kurtulup serbest kalmış bir Türkiye olduğu izahtan varestedir. Bugün sürece dair istifhamlarını koruyanların, özellikle de geçmişte nihai bir çözüme ulaşma konusunda hayal kırıklığına uğramış olanların daha temkinli yaklaşması şaşırtıcı değil. Ancak temkinin ötesinde güçlü bir siyaset korkusunun da olduğu görülüyor. Hem istifhamları aşmak hem de siyasetfobiyi yenmek için hafıza tazelemesi yapmaları yeterlidir. Zira siyasal ve toplumsal aklımız, tıpkı beynimiz gibi anahtar-değer mimarisiyle çalışıyor. Aslında hiçbir şeyi unutmuyoruz. Hatıralarımızı sakladığımız yerin anahtarlarını kaybediyoruz, hatta yaşadığımız hayal kırıklıklarından dolayı kaybetmek istiyoruz. Son çözüm sürecinde yaşananlardan ziyade girişimin sebebini ve demokratikleşme hedefini hatırlamak için yeni süreç siyasal hafızamıza anahtar sunuyor. Umudumuz bu anahtarın kullanılarak siyasetfobinin yenilmesidir.
1- Key-value memory in the brain, Samuel J. Gershman, Ila Fiete, and Kazuki Irie, Institute for the Study of Natural and Artificial Intelligence, Harvard University, Cambridge, MA, USA, January 7, 2025.