Görüşler

Umut hakkı

Umut hakkı

Sürenin bu kadar uzamasına rağmen, demokratikleşme ve adalet arayışından bir şekilde tamamen kopmamış olmamız, hâlâ tüten ocakların olması ve bütün umutlara defalarca kibrit suyu dökülmesini sağlayan kült sistemine bir asırdır maruz olmamıza rağmen hâlâ memleketin muhafaza ettiği bir umut hakkı var. Ve bu hak, asrı aşkın zamandır onu boşa çıkaranlardan çok daha gerçek ve güçlü.

Bugünlerde, tarihimizde ilk kez medyatik hale gelen yasal “umut hakkı”, aslında asrı aşkın bir süredir siyasal ve toplumsal serencamımızın önemli bir itici gücü. Siyasi tarihimize baktığımızda, 19’uncu yüzyıldan bugüne alınan mesafenin hal-i pür-melaline rağmen, umudun sancısının ve gücünün hafızamızdan silinmediği görülüyor. Daha doğrusu demokratikleşme hikâyemize, özellikle de ivmesine, evrimine ve hızına bakınca; bunca yıldır sahnede kalmayı başarmış ve bir şekilde demokratikleşmeye katkı vermiş her şey ve herkesin, siyasal “umut hakkına” yatırım yaptıkları bile söylenebilir. Zira durumumuz ortadadır. Kanun-i Esasi’den beri, öyle tadilat filan değil, baştan aşağı anayasa yapımını tartışır, Meclis-i Umumi’den beri içinden çıkamadığımız ve henüz birkaç yıl önce değiştirdiğimiz hükümet sistemini konuşur haldeyiz. 1,5 asırlık bitmeyen tartışmamız, değişimin gücünden ziyade statükonun zamana karşı tenasühünden kaynaklanıyor. Yine de 1876’dan beri umudu korumayı başarmışız.

Bu süre daha ne kadar uzar, gelişmiş ve derinliği olan bir demokratik momente ne zaman ulaşırız, çoğu zaman bipolar bir halde otoriteryen ve demokrat haller arasında araftan nasıl kurtuluruz bilmiyoruz. Ama umudumuzu, en azından siyasal umut hakkımızı koruyoruz. Gerçekten, sürenin bu kadar uzamasına rağmen, demokratikleşme ve adalet arayışından bir şekilde tamamen kopmamış olmamız, hâlâ tüten ocakların olması ve bütün umutlara defalarca kibrit suyu dökülmesini sağlayan kült sistemine bir asırdır maruz olmamıza rağmen hâlâ memleketin muhafaza ettiği bir umut hakkı var. Ve bu hak, asrı aşkın zamandır onu boşa çıkaranlardan çok daha gerçek ve güçlü.

İster Nizam-ı Cedit veya Sened-i İttifak’tan ister Tanzimat Fermanı veya Islahat Fermanı’ndan isterse de Meşrutiyet veya Cumhuriyet’ten itibaren alınsın, 2,5 asırdır devam eden bir düzen arayışımız var. Fazlasıyla uzayan normalleşme hikâyemiz, bir yönüyle yıkılmış bir imparatorluğun hitama erdiremediğimiz hikâyesi. Bizimle, Avrupalı sömürge yapıları hariç tutulursa, geçen yüzyılda altı imparatorluk daha çözüldü. Hatta Ruslar aynı hikâyeyi bir asırda iki kez yaşadılar. İmparatorluğunu kaybedenlerin tamamı jeopolitik, toplumsal ve ekonomik sancılar yaşadılar. Ancak bu süreçleri bir şekilde rasyonelleştirme imkânı da buldular. Rusya gibi kendi tarihiyle platonik aşk yaşayan ve jeopolitik aşermelerini strateji zanneden müstesna örnek hariç, diğerleri gelişmiş demokrasi dönemine geçmeyi başardılar. Aslında Batı’daki hikâyesinden çok da kopmadan başlayan demokratikleşme sürecimizin, bidayetinde büyük bir kriz veya geç kalmışlık bulunmuyordu. Bizim krizimiz, sürecimizin her seferinde bir büyük umut ve emekle başlayıp inkıtaa uğramasından. İstibdattan tek parti dönemine, vesayet rejiminden toplumsal sözleşmesini yazamayan sınırlı demokratikleşmeye statüko da değişim baskısı da devam edegeldi. Bunun son hikâyesi, birinci yüzyılını tamamladığımız Cumhuriyet’in oluşturduğu ilk umuda rağmen bugün de devam eden demokratikleşme sancılarıdır.

Bugün geldiğimiz noktada yeni bir umut hakkına sahip olup olmayacağımızı tartışıyoruz. Bu tartışmanın en anlamsız kısmını bir şahsın kaderinin ne olacağı oluşturuyor. Zira yaşanan onca şeyi unutma, umursamama ve göz ardı etme cehaletini sergileyenlerin ülkenin selametini ve refahını sağlayacak olan milletin umudunu bir şahsın meselesine indirgeme çabaları bu anlamsızlığı büyüterek bir kez daha hayal kırıklığının yaşanmasına yol açabilir. Kaldı ki “umut hakkını” büyük bir siyasi cesaretle gündeme getiren Bahçeli de özünde bir şahsa değil, memleketin selametine denk gelen büyük umuda vurgu yapıyor. Bunu kendi meşrebince ve siyasal kodlarıyla yapması, çabasının milletin büyük umudunun dışında olduğunu değil, aslında bir yönüyle parçası olduğunu teyit ediyor. Ancak Batı merkezli çatışma çözümü dünyasına müptela olanlar, tercüme ve taklit marifetiyle belledikleri çözüm yöntemi, içerik ve aşamalarına uğramayan bir esenlik girişimini reddedecek kibirlerini her zaman koruyacaklar. Yıllardır can yeleklerimizin üzerinde oturduğumuz gerçeğini başka felaketlerin hikâyelerinden necat teorileri devşirerek unutturma noktasına gelenlerin, yaşanacak çözüme dair şaşkınlıkları kimseyi endişeye sevk etmemelidir. Türkiye, kendi imkânları, dili ve dünyasında arzu ederse bir çözüm yolu bulabilir. Zira can yeleklerimizin yerini zannedildiği gibi unutmuş değiliz.

Umut hakkının tartışılmasına vesile olan Öcalan, bu hakka, çok az faniye nasip olacak şekilde ikince kez kavuşma imkânına da sahip olabilir. Tıpkı bu sefer olduğu gibi, birinci umut hakkına da yine Bahçeli’nin desteğiyle 23 yıl önce kavuşmuştu. Tarih tekerrür eder mi bilmiyoruz. Bildiğimiz, ülkenin ve milletin demokratikleşme umudunun kişiselleştirilmiş bir umuttan çok daha büyük olduğudur. Bu yönüyle, Öcalan’ı aşan bir düzlemde tartışmanın yürümesi sağlıklı olacaktır. Bahçeli, hayata geçecek sürece, ilan etmeksizin sigorta poliçesi sağlayacağını, siyasal kredisini ortaya koyarak göstermiş durumda. Sürecin paydaşı olacak aktörlerin benzer bir siyasal cesaret sergileyip sergileyemeyeceklerini göreceğiz. Üstelik Bahçeli, bu girişimini, demokratikleşme arzusunun toplumsal ve siyasal elit düzeyinde ciddi bir erozyona uğradığı, küresel düzeyde ise “demokrasinin sonu” tartışmalarının yükseldiği bir dönemde yaptı. Bu siyasal cesaretin sebeplerinin derdine düşmeden, binbir türlü komplo teorisi içerisinde çözümlemeye çalışmadan, Türkiye’nin böylesi bir normalleşmeye kesinlikle ihtiyacı olduğu gerçeğine odaklanmak gerekiyor. Bu odağı dağıtmaya gayret edecek arkaik unsurların zannedilenden çok daha aciz ve anlamsız olduğu özgüveni siyasete yerleştiği oranda başarı ihtimali yükselecektir. Başka bir ifade ile “siyasetfobi”nin en başta Cumhur İttifakı’nda yenildiği, CHP’de “siyasete dönüşün” gerçekleştiği, DEM’de ise “anakronik PKK dünyasından uzaklaşıldığı” oranda süreci ifsat edecek ciddi bir dinamik oluşmayacaktır. Son tahlilde, sürece ciddi yaklaşan bütün aktörler, “PKK’sız ve Kürt meselesiz” bir Türkiye’nin tartışmasız bir şekilde hem kendileri hem de ülke için hayırdan başka bir şey getirmeyeceğini görebilirler.

Sonuçta yüzyıl önce korkularla inşa ettiğimiz düzenin sorunlarını bugün tehditlerin dünyasında çözmek zorunda hissediyoruz. Serencamı ne olursa olsun bugün gündeme getirilen çözüm umuduna sahip çıkılması gerekiyor. Bağcıyı dövme derdinde olanların bu süreçte anlamsızlaşmasını sağlamak, memleket adına sorumluluk hisseden herkesin vazifesi ve ahlaki tutumu olmalı. Yeni girişimin kâh yakın geçmişteki çözüm sürecinin hikâyesiyle kâh uzak geçmişteki sorunun tarihiyle boğulmasına müsaade edilmediği oranda başarı şansının olduğunu görmemiz gerekiyor. Kürt meselesi, PKK ve statüko dünyasında yaşayanlar sadece bu sorunun değil hiçbir sorunun yapısal bir şekilde halledilmesinden yana değiller. Bir taraftan 20’nci yüzyılın korkuları ve tabularıyla inşa ettikleri dünyalarında yaşıyorlar, diğer yandan Kürt meselesi ve PKK’nın olmadığı bir düzlemde anlamsızlaşma korkularının altında eziliyorlar. Bu yeni süreçte sadece PKK’nın dağdan inmesi ve silah bırakması yaşanmayacak, bütün varlığını bu sorun üzerinden tarif edenlerin silahsızlandırılması da mukadder olacak.

PKK'DAN UMUT VAR MI?

Bu sorunun cevabını şimdilik bilmiyoruz ama PKK’nın yıllar içerisinde dağa çıkan bir yapıdan “dağda kalmış” bir örgüte dönüştüğü ortada. Kendi inşa ettiği dünyasında mahsur kalmış bir örgütün siyasallaşmadan daha büyük sorunu normalleşmeye dönüşmüş durumda. Eline silah aldığı ilk gün geri dönülmesi zor bir yola giren PKK, Türkiye’nin hem ülke içerisinden hem de dünya şartlarından gelen tabii demokratikleşme basıncına vesayet sisteminin direnmesinin en büyük bahanesinden başka bir tarih geriye bırakmış değil. Elbette bu tarihin içerisinde Kürt meselesi can alıcı bir yere otuyor. Ancak, Kürt meselesinin Türkiye’nin demokratikleşme ve normalleşme sancılarının doğal bir parçası haline gelmesini engelleyen en önemli dinamik PKK terörü oldu. İslamofobik vesayet rejiminin, 28 Şubat’ta zirvesini gördüğü histeri halinin icat ettiği ve “bin yıl” süreceğini ilan ettiği düzen bile 10’uncu yılını görmeden çözülüp bir kenara atıldı. Bu çözülmenin zeminini oluşturan ana eksen, İslam meselesinin diğer birçok ülkede olduğu gibi silaha ve kana bulaşmamış olmasıydı. PKK, Kürt meselesi ile demokratikleşme arasına kan sokarak bir taraftan Kürtlerin mağduriyetlerinin bitmesini engelledi, diğer yandan tam demokratikleşmenin gecikmesine ve vesayet rejiminin ömrünün uzamasına aktif bir şekilde katkı sundu. Hatta tek “meşru bahane” haline geldi.

Bir an için PKK terörünün olmadığı geriye dönük tarih kurgusu yapsak, en ilkel ırkçı yasaklardan her türlü ayrımcılığın, ülkenin tabii demokratikleşmesi karşısında, mesela 28 Şubat sonrasında kaç sene ömrünün olabileceği sorusuna samimi bir cevap vermemiz yerinde olurdu. Son tahlilde, vesayet rejimi yıllarca kişi başına gelirin birkaç bin doları zor bulduğu bir ülkede demokratikleşmeyi bastırmanın konforunu yaşıyordu. Silahların gölge etmediği bir senaryoda, kişi başına gelirin 1980’ler ve 90’larda ABD’nin 10’da birlerinden 2000’lerde dörtte birine çıktığı bir Türkiye’de demokrasi talebini baskılamak imkânsızdı.

Ancak PKK’nın varlığı sadece üç sonuca yol açtı. Birincisi Türkiye’nin post-Kemalist bir döneme geçerek normalleşme sancılarının sona ermemesinin teminatlarından birisi oldu. İkincisi, Kürtlerin, Türkiye’nin periferideki “sessiz yığınlarıyla” birlikte merkeze doğru demokratik yürüyüşünü engelleyerek hem Kürtlerin hem de Türkiye’nin tam bir demokratikleşme ile buluşmasını engelledi. Üçüncüsü, toplumun ezici çoğunluğunun barışık olmadığı resmî ideolojinin ve kurumsal aklının kaldıracına dönüşerek “sivil bir Kemalizm” üretilmesine yardımcı oldu. Bu da anti-demokratik eksenin belli ölçüde toplumsallaşmasını sağladı. Basit bir hatırlatma ve örnekle durumu özetlersek, 2010 Anayasa değişikliği sırasında parti kapatmalarını fiilen imkânsız hale getirecek maddeyi bu zihniyet desteklemeyerek paketten düşmesini sağlamıştı. Referandum paketinden düşen o maddenin tek başına siyasal ve kültürel hikâyesi, PKK zihin dünyasını anlamak ve oynadığı rolü açıklamak için yeterli olabilir.

Gelinen noktada, Türkiye içerisinde vesayet rejimiyle el ele vererek sebep oldukları demokratik maliyet yetmiyormuş gibi, son 10 yıldır, Kürt meselesini taşıyamayacakları bir “jeopolitik soruna” dönüştürme girişimiyle de yeni bir kriz alanına sebep oldular. Soğuk Savaş döneminde, özünde Rusya’nın rahminde, Türkiye’de askeri vesayet düzeninin ağır tahriklerinin zemininde ve Baas rejiminin kanatları altında oluşan “Marksist” bir örgüt, Amerika’nın lejyoner askerleri olarak sürecini hitama erdirdi. PKK artık ne Diyarbakır’dan gelecek bir habere ne de Ankara’dan duyacağı bir söze, Washington’dan gelecek bir emire kulak kabartan bir devre mülk yapı halindedir. Ne yapacağı, nerede duracağı CENTCOM’dan bir albayın uhdesindedir.

Gelinen noktada, Blackwater, DnCorp, Wagner, G4S veya Triple Canopy ne kadar bir davayı temsil ediyorsa PKK da o kadar siyasal bir sorunla ünsiyet halindedir. Cezaevi işletmeciliğinden jeopolitik bir anlam, bölgesel yönetim çıkarma, hatta abartarak jeopolitik bir aktör olma girişiminin en başta Diyarbakır’daki, İstanbul’daki, Halep ve Şam’daki bir Kürdün gündemiyle ünsiyeti bulunmamaktadır. Kaldı ki bu yeni bir gelişme de değildir. Özellikle Suriye’de, PKK’nın, Kürtler Baas rejiminin zulmü altında akıl almaz muamelelere maruz kalırken aynı rejimin himayesinde “Kürtler adına Ankara’ya karşı mücadele” verdiğine inananlar bugün de Washington’ın himayesinde PKK’nın bir düzen kurabileceğini ümit ediyorlar.

Kısa vadede bu “ümide” dair bazı inişli çıkışlı gelişmeler olabilir. Ancak orta ve uzun vadede, Şam’ı unutup Rojava ütopyasına sıkışan PKK aklının, siyasallaşmadığı ve normalleşmediği sürece, Suriye’de Türkiye’dekine benzer bir düzleme oturması kaçınılmaz olacaktır. Kaldı ki PKK’nın kendi dünyasında sofistike bir anlam yüklediği, yaşandığı dönemde birçok aklı başında olduğu zannedilen isim tarafından da akla ziyan bir şekilde kavramsallaştırmaya çalışılan “hendek stratejisi”ni aşamayan düzeyde bir Suriye yaklaşımı var. Dün “hendek stratejisi” ne kadar ciddiye alınacak bir aklın ve yaklaşımın ürünü idiyse, bugün de PKK üzerinden abartılı Suriye analizleri o kadar ciddiye alınabilir. 1980’lerden bu yana Baas rejimiyle sürdürdüğü iş birliğini, Esed’in on milyonları yerinden ettiği, 1 milyon insanı katlettiği yıllarda da sürdüren PKK’nın, çöken Şam rejiminin enkazından kurtulabilmesinin tek yolu, içinde 40 yıl yaşadığı dünyanın değiştiğini anlamasıyla mümkündür.

PKK, yani Kürdistan İşçi Partisi, isminin açılımı ve bağlamı ile hiçbir zaman ünsiyet kur(a)mamış bir örgüt. İsimler önemlidir. Kabaca kimliğiniz, sahiciliğiniz, hikâyenize, söylediklerinize ve gizlediklerinize dair bir fikir verir. Mesela bugün ismi fazlasıyla duyulan HTŞ, yani Şam Kurtuluş Heyeti’nin, ismiyle müsemma bir yapı olduğu teyit edildi. Silahlı bir mücadele verdi, oldukça sorunlu bir yapının içerisinden yeşermeyi başardı, ilk normalleşme ve siyasallaşma fırsatını yakaladığında da heba etmedi. Bu fırsatı önce İdlib’de kullandı. Değişimin ve siyasallaşmanın ödülünü de fazlasıyla aldı. Şimdi Şam’da birçok kişiyi şaşırtan sahnelerin yol taşlarını İdlib’de yaşanan dönüşüm döşedi. En azından bugün için isminin vaat ettiği misyonu tamamlamış oldu.

Aynı dönemde PKK’nın da bu şansı vardı. Hatta böylesi bir fırsatın kendisine sunulduğunu da şimdilerde öğreniyoruz. Ancak açılan bu krediyi bir siyasi yatırama dönüştürerek değerlendirmek yerine, kendi kendisine ördüğü Rojava ve Amerika ile “ortaklık” ütopyasının cazibesi değişime ve dönüşüme galebe çaldı. Üstelik bu ütopyaya olan inançlarını; deglobalizasyon sürecinin kendisini hissettirdiği, multipolar küresel eğilimlerin yükseldiği, Esed rejiminin tamamen felç olduğu, Suriye’de Türkiye dışındaki dört aktörün fiilen birbirleriyle savaşır (Rusya-ABD-İran-İsrail) hale geldiği ve yanı başlarında İdlib’deki değişim hayata geçerken korumayı da başardılar. Şimdi son bir umut ya da fırsat penceresi yeni Şam yönetimiyle önlerinde duruyor.

PKK, yıllardır inşa ettiği anakronik “örgüt dünyasından” çıkabilir mi, kendisini hapsettiği “dağdan inebilir mi”, silahla ve vekaleten var olmanın kolaycılığından kurtulup “siyasetin ciddiyeti ve sorumluluğuyla” buluşabilir mi? Bu soruların hiçbirisi yeni değil. Yeni olan, PKK’nın artık “konvansiyonel” olarak üzerine oturabileceği ne bir sorun alanı var ne bölge var ne de ortaklık zemini. Bu gerçekle yüzleşmekte sadece PKK zorlanmayacaktır. PKK dünyasında yaşayan ve normalleşmeye en az örgüt kadar direnen sivil ergen akıl da “konvansiyonel” zeminin ortadan kalktığı gerçeğini sindirmekte zorlanacaktır.

“Türkiyelileşme” projesi çerçevesinde Kürt seçmene ilk “kayyum dalgasını” başlatan bu “aklın”, bu süreçte ifsat edici etkisini sınırlayacak tek şey tabii Kürtlüğün ve Türklüğün sahici bir şekilde yeni umudun yol haritasını şekillendirmeleri olmalıdır. Bu imkân hiçbir dönemde olmadığı kadar bugün var görünmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasında çerçevesini koyduğu bu “tabii Türklük ve Kürtlük” tarihi bugün de yeni kırılma noktasında ortak zemin inşa kudretine sahip görünmektedir.

Beklenen Öcalan’ın silahsızlanma çağrısına yönelik değerlendirmelerin de aynı imkân içerisinde ele alınması gerekiyor. Eğer süreç Bahçeli’nin dile getirdiği genel çerçevede hayata geçerse, en hayati gelişme Öcalan’ın İmralı’dan çıkması olacaktır. Zira bu gelişmenin yanında silahsızlanma da gerçekleşirse PKK meselesinde çok büyük bir mesafe alınacaktır. Ancak silahsızlanma istendiği gibi olmasa veya gecikse ya da bu türden örgütlerin yeni yapılar doğurmasıyla sonuçlansa dahi amaç büyük ölçüde hasıl olacaktır. Çünkü Öcalan’ın (doğal olarak birçok siyasi elitin de) serbest olduğu bir düzlemde PKK istese de uzun süre kendi hapishanesinde kalmaya devam edemez. “Dışarıdaki Öcalan”ın etkileşimlerinin oluşturacağı baskı PKK’nın tabii sönümlenmesinin ya da Kürtlerle son bağını da kopararak eksiksiz bir taşeron yapıya dönüşmesinin önünü açacaktır. Bu perspektiften bakınca, yeni sürecin Öcalan ayağındaki gelişme, başarı veya başarısızlık ihtimallerine değil tek bir neticeye yatırım anlamına gelebilir.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Bunlar da İlginizi Çekebilir