“Dindarca Öldürmek” kitabının yazarı Muhsin Altun, “İslam’ın karikatürüne değil yüksek çözünürlüklü bir fotoğrafına ihtiyacımız var” diyor.
"Hristiyanlık bize yabancı; onu buraya Beyaz bir kadın getirdi.”
Antropolog Debra McDougall’ın (2009) sorularını yanıtlayan -Batı Pasifik’teki- Solomon Adaları’ndan bir genç, neden Müslüman olduğunu böyle açıklar. Kastettiği Beyaz kadın, Güney Denizi Evanjelik Misyonu’nun kurucusu Florence Young’tır. Genç adam, “feminize” edilmiş bir Hıristiyanlığa karşı erkek erdemini yeniden ortaya koymak için İslam’ı seçmişti. Müslüman olur olmaz giydiği beyaz sarık ve cübbesiyle başkent Honiara sokaklarında yürüyen Akmad adlı bir başka genç, kendisine “terörist” denilmesini umursamaz görünmektedir. “Müslüman terörist” imajı, çoğu mühtedi tarafından düzen karşıtı bir kimlik olarak sahiplenilmiştir.
19. Yüzyıl başında adalara ulaşan misyonerlerle başlayan Hristiyanlığa geçişler, erkek ata kültlerine dayalı pagan dinlerin zamanla yok olmasına yol açtı. Kadınlar üzerindeki sosyal ve mekânsal yaptırımlar (zina edenleri öldürmek, adet görenleri topluluktan ayırmak, çok eşlilik gibi) kaldırıldı. Kilisedeki resmi pozisyonların çoğunu erkekler işgal etse de cemaatin çoğunluğunu oluşturan kadınlar, güçlü ve etkili kardeşlik örgütlerine sahip oldu. Bu tür değişimler, erkekler arasında bir güçsüzlük, iğdiş edilme ve hatta bedensel küçülme algısına yol açmıştı. Hıristiyanlığın kadınları güçlendirdiğine dair yaygın inanç da bu algıya eşlik etti.
Dolayısıyla, adalarda Hristiyanlığa geçişler kesin ve koşulsuz değildi. Örneğin ülkenin ikinci büyük adası Malaita’da, halkın gittikçe azalan bir kısmı 20. yüzyılda da atalar dinine bağlı kaldı. 1911’e gelindiğinde adanın kuzey kıyısındaki küçük bir kıyı şeridi Hristiyan olmuştu ve buradaki birkaç Hıristiyan yerleşimi sürekli saldırı tehdidi altındaydı. İç kesimlerdeki pagan Malaitler, 1990’ların başına kadar vaftiz olmayı, kelle vergisi ödemeyi ve nüfus kaydı yaptırmayı reddettiler.
Malaitler, diğer yerlilere nazaran İngiliz sömürgeciliğinden daha fazla şüphe duyma eğilimindeydi. 19. Yüzyıl sonlarında sömürge idaresi, Avustralya ve Fiji’deki şekerkamışı plantasyonlarında ihtiyaç duyulan işgücünü Malaitleri zorla çalıştırarak karşıladı. Sömürge döneminde en zor ve sevimsiz işlerin çoğunu yapan Malaitler, Avrupalılar tarafından iyi işçiler olarak görülseler de diğer ada halkları arasında en düşük sosyal statüye sahiptiler. Plantasyonlarda vaftiz edilen Malaitler, Evanjelik Kilisesi veya Yedinci Gün Adventistleri gibi köktenci kiliselerde kültürel kimliklerini ve ana akım Hıristiyanlığa karşı eleştirel tutumlarını sürdürdüler.
Solomon Adaları 1978’de bağımsızlığını kazandığında halkın %95’i Hristiyanlığı benimsemiş durumdaydı. Hıristiyanlık, başlangıçta eğitim ve tedaviye erişim sağlamak, düşman gruplardan korunmak ve güçlü yabancılarla ittifaklar kurmak gibi, görünüşte pragmatik nedenlerle benimsenmiş olsa da zamanla sosyal kimliğin yanı sıra kişisel bir inanç haline gelecekti.
80’li yıllarda, özellikle Hindistan ve Avustralya’dan gelen Müslüman ziyaretçilerin etkisiyle bazı adalıların İslam’ı seçtiği görüldü. Bu ilk mühtedilerin çoğu iyi eğitimlidir; akademide veya başkent Honiara’da resmi bir işte çalışmaktadırlar. Anlatılara göre, İslam’ın zarif tektanrıcılığı ve birlik vurgusu, bu eğitimli ve kentli mühtedilerin din değiştirmesinde etkili olmuştu. İslam’ın evrensel kardeşlik vizyonunu Hıristiyanlıktan daha iyi temsil ettiğine inanan bu ilk Müslümanlar, 1997’de Müslüman Birliği adı altında örgütlendiler. Yine de bu kapsamdaki ihtidaların sayısı sınırlı kaldı.
Solomon Adaları, 1998-2003 yılları arasında küçük çaplı bir iç savaşa sahne oldu. Resmi açıklamalarda “etnik gerilimler” olarak etiketlenen iç savaş, Guadalcanal adasında örgütlenen ırkçı Guale militanlarının, başkent Honiara’daki Malait göçmenlerin bulunduğu mahallelere saldırmasıyla başladı. 1999’a gelindiğinde yaklaşık 35.000 Malait yerinden edilmişti. Buna karşılık, “Malaita Kartal Gücü” (MEF) altında toplanan Malait milislerin Polis Gücü’yle birleşerek Haziran 2001’de mevcut hükümeti devirmesi, genel bir kargaşa ve şiddete yol açtı. Çatışmalar, Avustralya hükümetinin Temmuz 2003’te “Solomon Adaları Bölgesel Yardım Misyonu” (RAMSI) adıyla başlattığı askeri müdahaleye kadar devam etti.
İç savaşın ardından İslam’a geçişlerde gözle görülür bir artış kaydedildi. İslam, özellikle şiddetten doğrudan etkilenen Malait erkekler arasında yayılmaktaydı. Bu ikinci ihtida dalgasına katılanların çoğu güvencesiz ve geçici işlerde çalışmakta olup, aralarında örgün eğitimden gelenler çok azdır. Dahası, konuşurken Bayan McDougall ile göz teması kurmaktan bile kaçınan bu mühtedilerin ezici çoğunluğu, köktenci Evanjelik ya da Pentekostal kilisesinden ayrılmıştı.
Yeni Müslümanlar, öncekilerden farklı olarak “günah” kavramına vurgu yapıyor ve Hristiyanlığın geleneksel normlarını eleştiriyorlardı. İslam’a yoğun ilgi gösteren Malaitler, cinsiyet ayrımına ve erkek üstünlüğüne dayalı toplumsal yapının çözülmüş olmasından Hristiyanlığı sorumlu tutuyorlardı. Hristiyanlığın özgürlük anlayışına yönelik uzun süredir devam eden tepkilerini İslam’a geçerek farklı bir düzeye taşımış oldular. Onlara göre, Hristiyanlar Tanrı’nın lütfuna ve bireyin günahtan sakınma yeteneğine fazla güveniyorlardı. İslam, Hıristiyanlığın aksine adalıların geleneksel dinine benziyor, günlük hayatı düzenleyen açık ahlaki kurallar getiriyordu. Mbokanavera Sünni Müslüman Merkezi’nden bir genç bu farklılığı şöyle örnekler: “Hristiyanlar nasıl dua edileceğini bilirler, ancak poponuzu temizlemek için hangi elinizi kullanmanız gerektiğini ve hangisiyle yemek yemeniz gerektiğini bilmezler. İşte İslam’ın farkı budur; İslam bir yaşam biçimidir.”
Yerli Müslümanlar, İslam’ın da “Kastom” (yerel örf ve adet hukuku) gibi cinsiyet eşitliğinden ziyade cinsiyet ayrımını vurgulamasından etkilenmişlerdi. Keza, affetmek yerine intikam, içsel bir murakabeden ziyade dışsal davranış kodları ve tek eşlilikte ısrar yerine çok eşliliğin kabulü gibi normlar, Malait erkeklerin İslam’a geçişini kolaylaştırdı. Özellikle en son hidayete erenler için İslam, ataların savaşçı ve erkeksi dinine geri dönüşü temsil etmektedir. Kendisine “terörist” denilmesinden rahatsız olmayan Akmad, belki de terörist olduğunu, çünkü biri karısını almaya çalışırsa kesinlikle onu “terörize edeceğini” söyler. Müslüman terörist imajı, özellikle RAMSI karşıtlığı ile birleştiğinde düzen karşıtı bir kimlik olarak kolayca benimsenebilmiştir. Bazı Müslüman mühtedilerin, Hıristiyan kiliseleri tarafından reddedilen eski Malait milisleri olması anlamlıdır.
“Tazmin” (peimbak) kültürünün Malait halkının sosyal yaşamındaki süregelen nüfuzu da İslam’ın benimsenmesinde etkili oldu. Tabuların ihlalinde “kefaret” (siunga), fiziksel şiddet ve cinayetlerde “diyet” (firitaa) ödenmesi gibi kurallar, misyonerlerin çabalarına rağmen çatışma yönetiminin merkezi bir mekanizması olarak varlığını sürdürmektedir. İslam’ın şer’î hükümleriyle kolayca rezonansa girebilen bu türden Kastom normları, çoğunluğu Tebliğ Cemaati’ne bağlı davetçilerin çabalarında bir tür “pazarlama” noktası işlevi görüyordu. Keza, davetçilerin, -kitlesel ihtidaları kolaylaştırma potansiyeline sahip- yerel şeflere ve soy önderlerine odaklanması da Malait toplumunun kabile temelli yapılanmasıyla uyumludur.
İlginç biçimde, mühtedilerin çok azı İslam’ın basit tektanrıcılığını karmaşık Hıristiyan Üçlemesi ile karşılaştırırken çoğunluk, İslam’ın ahlaki normlar koymadaki ısrarını övmekte ve Hıristiyanların Tanrı’nın lütfuna olan aşırı güvenini kınamaktadır. Tevhid - Teslis karşıtlığı gibi teolojik mukayeseler ya çok azdır ya da ikincil önemdedir.
Malaitler, İslam’ın atalarının uyguladığı bir tür erdemi geri getireceğine inanarak Müslüman oldular. Birinci dalganın elit mühtedileri İslam ve yerel kültür arasındaki benzerliklerden genel olarak bahsederken ikinci dalganın eğitimsiz mühtedileri, İslam’ın aslında “kayıp atalarının dini” olduğunu iddia ettiler. Kanıt olarak, bazıları Arapça ve Malait dili arasındaki sözde benzerliklere; bazıları kadın ve erkek ayrımına atıf yapmaktadır. Kuzey Malaita’dan bir mühtedi, İslam’ın Malaita’ya Arap olan ilk atalarla geldiğini açıkladı: Adaya göç ettikten sonra bu ataların kafası karışmış ve Tanrı yerine kendi ölülerine tapmaya başlamışlardı. Hıristiyan misyonerler onları gerçek Tanrı’ya geri döndürseler de İslam hukukunun kalıntıları olan atalardan kalma tabuları yıktılar. Hıristiyanlığı adalar halkının zihnine ve ruhuna nüfuz etmeyen “yabancı” bir dayatma olarak tasvir eden Malaitler, İslam’ın geleneksel yorumlarında kendi atalarının dinini bulmuşlardı.
Bu son ihtida dalgasının en çarpıcı yanlarından biri, İslam’a geçenlerin neredeyse tamamının erkek olmasıdır. McDougall’ın erkek muhataplarının hepsi de kendi eşlerinin kiliselerini terk etmek istemediğini söylemektedir. Akmad’ın Hristiyan kalan eşi, İslam’ın kocasının ve Malait gençliğinin hayatındaki olumlu etkisini onaylarken yabancı Müslüman davetçileri yerli kadınlardan uzak durdukları için övmektedir: “Bana bakmıyorlardı, el sıkışmıyorlardı, hatta ‘günaydın’ bile demiyorlardı.”
Sonuç
Antropolojik bulgular, din değiştirmenin her zaman dramatik bir “ruhsal aydınlanma” ile gerçekleşmediğini göstermektedir. Bu türden deneyimleri müstakil bir “analitik kategori” olarak ele almak, ideolojiyi sosyolojinin üzerine giydirmektir. Nitekim Malaitler de atalar dininden Hristiyanlığa, oradan İslam’a geçerken evren tasavvurlarını yeniden düzenlemiş değillerdi. Daha ziyade, kendi sosyal konumlarına daha uygun ve yararlı olduğunu düşündükleri dini eylem veya inançları -en azından görünürde- kabul ederek kendilerini tanımlamada bir “ayarlama” yapmışlardı. Bu ayarlama sırasında aşkın deneyimler yaşadıklarına dair çok az kanıt vardır.
Görünüşte 14 asırlık bir tarihsel-kültürel birikime yaslanan Müslüman toplumların, modern zamanlarda İslam’ın yüksek çözünürlüklü bir fotoğrafı yerine çok sayıda karikatürünü üretmiş olması anlamlıdır. Bu karikatürler karşısında, İslam’ın modern(ist) Müslümanlarca tevil edilen ya da görmezden gelinen yönlerini kendilerine yakın bulan Malaitlerin hikâyesini doğru okumalıyız. Bunun ön koşulu, İslam’ı saf “tanrısal kurallar bütünü” olarak değil “kültürel bir sistem” olarak analiz etmektir.