Tanısanız seversiniz aslında
Benim üniversiteye başladığım yıl olan 2003 yılında İstanbul Üniversitesi tam bir geçiş aşamasınsaydı.
Edebiyat Fakültesi'nin meşhur Hergele Meydanı'nda önce volta atmayı öğrenmiştim, sonra sigara içmeyi... O voltalar esnasında, hele hele tek başımayken kendi yürüyüşümün estirdiği rüzgarın sırtına biner, dünyayı diyar diyar gezerdim. Sosyalist devrimin son kalesi, her ne kadar yüzey şekli olarak timsaha bentezilse de benim muhayyilemde hep bir "dalgakıran" olan Küba'ya gider, bir lahza soluklanmadan dümeni Meksika'ya kırar, Chiapas'da maskelerimizin ardından Kumandan Marcos ile gözlerimizle kucaklaşırdık...
Rüzgarımın sırtından inip, nihayet yere ayak bastım mıydı sağlı sollu öbekleşmiş diğer öğrenci gruplarını, müslüman gençleri, milliyetçi gençleri göz ucuyla süzerdim.
Tam bir değişimin arifesinde Edebiyat Fakültesi'nde öğrenci olmak nasip olmuştu bana. Öğrenci olduğum sene okulda kimi değişiklikler baş göstermeye başladı. Sadece okulda değil, ülkede de, hatta bende de. Neticesinde okulu bitiremedim. Çok sevdiğim, ilk ve tek tercihim olan Coğrafya eğitimi yarıda kaldı. Bu sebeple soranlara Edebiyat Fakültesi'nde bildiğimi okudum diyorum.
O dönemlerde pek birbirimize yanaşamasak da diğer gruplardaki gençlerin de neler düşündüklerini hep merak ederdim. Bazen volta esnasında daha yakınlarından geçip kulak kabarttığımda günübirlik sıkıntılarından, ailelerin borçlarından bahsettiklerini işitince, şaşırmıyor değildim. Dertleri, kederleri aynı olan insanlardık aslında. Belki tanısak, severdik birbirimizi.
Ben o zamanlarda da fena sayılamayacak bilgisayar bilgimle, karşıt görüşlerdeki gençlerin yeni yeni palazlanmış websitelerini, forumlarını da takip eder; chat odalarında neler konuşulduğuna bakardım. Çok ilginç, aynı türküleri seven, aynı şeylere kederlenen gençlerdik aslında.
Bugün 35 yaşında, Dante gibi ortasındayken ömrün, ömrümün hülasası olarak şunu söyleyebilirim, tanımak, gerçekten de anlamaya, bir gönül rabıtası kurmaya giden -kestirme olmasa da- en güzel yol.
Birini tanıyıp sevmeniz ne zamanla, ne de mekanla kayıtlı. Çok uzaklardan, binlerce yıllık mesafeden de sevebilirsiniz birini tanıdıkça, "Biz seni tanımadan sevdik" dedirtir muhabbetin bir türlüsü.
Tanımak, ünsiyet kurmak ne zamanla, ne de mekanla kayıtlı...
Tanıyıp sevince Yemen'deki yanınızda, tanımak şerefine ermeyince, ruhların arasındaki firkat nedeniyle yanınızdaki Yemen'de olur.
Bu cümleler aklıma Yaşar Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Dilek Kaya'nın Kâzım isimli filmini getirdi.
Dilek Kaya da 2016 yılında Halkapınar Bit Pazarı'ndan satın aldığı mektup ve fotoğraflar ile izini sürdüğü, tanıdığı ve sevdiği, hatta "arkadaş" olduğu Mustafa Kazım Küçükalp'in hikâyesini anlatıyor filminde. Kaçkar/Altıparmak'taki bir tırmanışta dağdan düşerek hayatını kaybeden genç tıp fakültesi öğrencisinin...
Kaya, Kâzım'ın annesine ve arkadaşlarına tavsiye ettiği müzikleri dinliyor, fotoğraflarına bakıyor, Kâzım ile zamanın, mekanın, hatta bildiğimiz anlamdaki "hayat" denilen bugünkü formun ötesinde bir iletişim, bir duygudaşlık kuruyor. Hiç değilse bir buçuk saatlik bir zaman diliminde sizi şimdinin hayhuyundan, herkesin herkese düşman, herkesin herkesi "öteki" gördüğü bugünden uzaklaştırıyor...
Zaman ve mekan kaydı olmadan tanıyıp sevebiliyorsak, arkadaş olup duygudaşlık kurabiliyorsak, aynı şansı bugünkü zaman ve mekandaşlarımıza tanısak çok mu şey kaybederiz?
Haydi "Benim (..) ilk hocam, ilk yoldaşım, 19 yaşım"ın dilinden söyleyeyim:
Zincirlerimizden başka kaybedecek neyimiz var?
Hem ne diyordu "Bizim Yunus"?
"Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim, sevilelim
Dünya kimseye kalmaz"