Kaplanın Sırtında

Bugün siyaset dünyasında aktif olan bir dostum yıllar önce, bir çay bahçesindeki sohbetimizde şöyle demişti:

“Artık insanların neyi neden yaptıklarını anlamak istemiyorum. Çünkü anladıkça hak veriyorsun…”

Ölümünden bir asırdan daha fazla zaman geçmiş olduğu halde bugün dahi tarihi bir şahsiyet olmaktan ziyade siyasi bir şahsiyet olarak değerlendirilen II. Abdülhamid Han da anlaşılmak istenmeyen, belki de anlaşılmasından korkulan konulardan biri. Siyasal eğilimler skalasının her kesiminden şiddetli muarızları bulunan II Abdülhamit Han’ı insan vechesiyle ile değerlendirmek çok az kişinin umrunda. Ulu Hakan ve Kızıl Sultan ifrat ve tefriti dışında vasat bir yol tutturabilmiş değiliz maalesef. (Tarihin muzipliklerinden biri olarak Abdülhamit Han’a Kızıl Sultan lakabını takan Fransız’ın soyadının Vandal olduğunu eklemeliyim. bkz. Albert Vandal)

Türkiye’den Malta’ya dil eğitimi için gelen avukat kuzenimin Türkiye’den bir istediğim olup olmadığı ısrarına yenik düşüp, Zülfü Livaneli’nin son kitabı Kaplanın Sırtında’yı getirebilir misin, demiştim. İyi ki demişim. Bu sayede Sultan Abdülhamit’in dünyasını uzaktan izlediğim birkaç gün geçirdim. Korkularıyla, tutkularıyla karşımda duran insan, baba, eş Abdülhamid Han’ın hikâyesinin içinden bir türlü çıkmak, kitabı elimden bırakmak istemedim.

Kitaba ismini de veren kaplanın sırtında olmak metaforu, ışıltılı saltanatın bir başka yüzüne, iktidarda olmak ve gücün yitirilmesine odaklanıyor. Sırtındayken senin yönettiğin, fakat inmek istediğinde yahut indirildiğinde seni keskin pençeleriyle ve sivri dişleriyle bir çırpıda öldürebilecek bir kaplana benzetiliyor taht.

Hiç beklemediği bir anda, hem batının hem de hanedanın gıpta ile baktığı V. Murad’ın akıl sağlığını yitirerek 93 gün sonra tahttan inmesi, Sultan Abdülhamid için yeni bir başlangıç olmuş, biraderi yerine tahta geçmişti. Marangozluk zanaatı ile meşgul, pek de tahttan ümitli olmayan Abdülhamid, Sarraf Zarifi’nin tüyoları ile şehzade harçlığını kârlı yatırımlara dönüştürüyor, sessiz ve sakin bir hayat sürüyordu. Zarifi’nin yatırım tavsiyeleri semeresini fazlasıyla vermiş olacak ki tahta geçişinden sonraki hediyeleri Abdülhamit Han’ın devlet bütçesinden değil, şahsi servetinden yaptığı söylenir.

Savaşlardan hoşlanmayan, savaşların hem kazanan hem de mağlup ülkeleri yorduğu düsturuyla hareket eden Sultan 33 yıl boyunca Osmanlı Devleti’ni diplomatik bir ustalıkla yönetir. Bu yıllarda yurt içinde kurulan okullar, inşa edilen demiryolları dışında hariçte de başta bakteriyoloji alanında çalışan Pastör (kuduz aşısının mucidi bilim insanı) olmak üzere pek çok çalışmayı madden destekler, çalışma sahiplerini ödüllerle taltif eder. Bilim İnsanlarının yurtdışına gönderilip, bu mütehassıslarla beraber çalışmalarını teşvik eder.

Adından ne kadar “Kızıl Sultan” olarak söz edilse de iktidarı süresince sadece birkaç adi suçlunun idam edildiği, kendisine bombalı suikast düzenleyen saldırganları ve şiddetli muarızlarını dahi affettiği tarihi bir vakıdadır. Sultanın Sherlock Holmes’un romanlarına ve operaya olan hususi ilgisini, Yıldız Sarayında dünyaca ünlü kumpanyaları ve sanatçıları ağırladığını da not etmeden geçmeyelim.

Livaneli’nin son kitabı Kaplanın Sırtında, Osmanlı İmparatorluğu’nu 33 yıl yöneten Osmanlı padişahının 31 Mart ayaklanması sonucu tahttan hal edilmesi (indirilmesi) ve bunun sonucu olarak da aile efradı ve yakın hizmetlileriyle birlikte bir tren ile geceyarısı Selanik’e sürgün edilmesi sahnesi ile başlıyor. Sultan ve beraberindekiler, iktidarı döneminde kendisine meşhur tütünler gönderen Yahudi tüccar Alatin’i Bey’in bakıma muhtaç durumdaki köşküne (Villa Alatini) eşyasız ve azıksız yerleştiriliyorlar. Sultan, üç yıl boyunca bu köşkte ailesi ile birlikte dışarı çıkması, dışarıdan haberdar edilmesi yasak olarak kalmak zorunda kalacaktır. Ta ki Selanik, İmparatorluğun elinden çıkıp, Alman İmparatoru Wilhelm’in özel yatıyla kaçak olarak, Sultan ve beraberindekiler İstanbul Beylerbeyi’ndeki çocukluğunun geçtiği, rahmetli annesinin anılarıyla dolu olan köşke taşınana kadar.

Sultan dışarı çıkması ve dışarıdan haberdar olması yasak olduğu için kendisini muhafaza etmesi maksadıyla tahsis edilen komutan Ali Fethi Okyar (kendisi sonradan Türkiye siyasetinde aktif olmuş, başbakanlık dahil pek çok hizmetlerde bulunmuştur) ve askeri Tabib Yüzbaşı Atıf Hüseyin Paşa dışında kimselerle görüştürülmemiştir.

Kitabın ana ekseni kendisini her gün ziyaret gelen Atıf Paşa’nın Sultan ile bir süre sonra hasta - hekim ilişkisi hudutları dışına taşan, bir tür dertleşme ve her iki figür için de bir vicdan muhasebesine dönüşen sohbetlerden oluşmakta. Atıf Paşa’nın bir ilaç firmasının promosyon olarak dağıttığı not defterlerine küçük harflerle aldığı bu notlar daha sonra Timaş Yayınları tarafından yayınlamıştır. Ali Fethi Okyar’ın anıları Sultan II. Abdülhamit Han ile 113 Gün isimli kitap ile neşredilmiştir.

İttihat ve Terakki mensubu muhafız Okyar ve Atıf Paşaların önyargı ile yaklaştığı, her türlü musibetin sebebi olarak gördüğü Sultan’ın her ithama verdiği ikna edici cevaplar, iki şahısta da yazının başında zikrettiğimiz anlamak ve hak vermek iç çekismesini tetikler. Yeni gelen iktidarın neden olduğu sorunlar da bu çelişkilerin ve iç hesaplaşmaların tuzu biberi olmaktadır. Zira devri istibdatta söz söylemek yasak iken, şimdi söz söyleyenlerin başına gelenler Abdülhamid ile zaruri mesaide bulunan genç İttihatçıları düşündürmektedir.

Sultan’a dair pek çok renkli ayrıntıyı bu kitap sayesinde öğrendim. Örneğin bu esaret döneminde yanında olmayan oğlu Şehzade Abdülkadir’in sosyalist fikirlere gönül verdiğini ve virtiözlük derecesinde keman çaldığını. Şehzade Abdülkadir, Osmanoğlu ailesinin 1924’de sürgüne gönderilmesi ile birlikte Bulgaristan’a yerleşmiştir. Bulgaristan’a yaptığı tren yolcuğu sırasında kaybettikleri bebekleri hanedanın sürgündeki ilk kaybı olarak tarihe geçmiştir. Budapeşte’de keman çalarak hayatını sürdüren şehzade, daha sonra babasının arkadaşı olan Bulgaristan Kralı tarafından belediyedeki kantarcılık işine yerleştirilmiştir.

Kitap; korkularıyla, tutkularıyla, ümitleriyle, hayal kırıklıklarıyla Sultan Abdülhamid’i insan veçhesi ile tanımak isteyenler için harikulade bir edebi çalışma. Zülfü Livaneli’nin kalemine sağlık.

Kitap hakkında Sırrı Süreyya Önder ile yaptığı söyleşi de belirttiği gibi devamının geleceğini ümit ediyor ve sabırsızlıkla bekliyorum. İlgili sohbetin podcast kaydını dinlemek isteyenler buyursunlar efendim: https://open.spotify.com/episode/2udCcYg0JMsFcqYYg8lhw9

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum