Nasıl bir dünyada yazıyoruz
Yazmak, yaşadığımız dünyanın gerçekliklerinden bağımsız bir eylem değildir. Bizi kuşatan kişisel çevre ve koşullar kadar yaşadığımız dünyanın başından geçenler ile ortak insanlık tarihi ve kaderi de kelimelerimizin yönünü, anlamını derinden etkiliyor. Bu aralar kitaplar üzerinden buluştuğumuz lise öğrencilerinin bizim dehşetle idrak ettiğimiz birçok olayı sadece tarihi bir vaka olarak işitmiş ya da hiç duymamış olduklarını görünce kısa bir hatırlatma ihtiyacı duyuyor insan.
Yaşımız gereği bizzat yaşamasak da büyüklerimizden Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’ndan sonra tesbih tanesi gibi dağılışının, gündelik hayatlarına kadar derin etkilerini dinledik. Balkan Harbi, Rus Harbi, mütareke yılları, İstanbul’un işgali, Çanakkale Savaşı, mübadele, tehcir ve daha nice olayların hatıratlara edebiyata yansımalarına muttali olmalı gençler. II. Dünya Savaşı’nın kasıp kavurduğu Avrupa’ya, 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin neden cihanşumül olamadığına ve dünyada ABD kutuplu yeni bir düzenin kuruluş evrelerine az çok nüfuz etmemiz lazım.
***
1979’da İran’da İslam Devrimi oldu. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışının tetiklediği krizle Sovyet Rusya da ayakta kalamadı birçok devlete bölündü. Bizim kuşağımız bu yaşananların devamındaki gelişmelere maruz kaldı ve hâlâ da etkilerini hissedebiliyoruz. Yeni dünya düzeninden bahsedilmeye başlanmıştı. Küreselleşme (globalleşme) iddiasına göre, işler yolunda giderse, dünya çapında eşitlik ve adalet günleri gelecek yerküredeki her şey hakça paylaşılabilecekti. Yeni dünya düzeninin içini herkes kendi zaviyesinden doldurma peşindeydi.
31 Aralık 1999 gecesi oldukça önemli bir gündü mesela. Gece onikide üçüncü milenyuma adım atacaktı insanlık. O gece ekranlara dünyanın uzaydan çekilmiş fotoğrafları yansımıştı, Orta Amerika, Avrupa ve Japonya ışıklar içinde, dünyanın geri kalanı karanlıktı. Böyle söylüyordu haberler ve görüntüler. Sonra yeni milenyumun ilk küresel konferansı 31 Ağustos-5 Eylül 2001’de Güney Afrika’nın başkenti Durban’da gerçekleşti. Binlerce insan ırkçılık, ırk ayrımcılığı, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlükle mücadele konferansında konuşup tartıştılar ve ortak bir bildiri yazdılar. Amerika ve İsrail’in bildiriyi imzalamayı reddetmesi üzerine akılda sadece kaba güç kalmıştı. Zamanın BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın “Bu hiç iyi olmadı fakat tarih bazen çok hızlı hareket eder” sözü vücut buldu sanki. Birkaç gün geçmeden 11 Eylül 2001’de malum olay, New York’da ikiz kulelere saldırı gerçekleşti.
Medyanın açıkça silah gibi kullanıldığı zamanlara erdik sonra. Nice bahanelerle ve güya ahlaki gerekçelerle önce Afganistan (Ekim 2001) sonra da Irak (Mart 2003) yerle bir edilmeye başlandı. Sonra da Suriye’de yaşanan nice hatalar sayesinde (2011) yükselen iç savaşa herkes benzinle gitti ve taş üstünde taş kalmadı. Ülkemizde 1960’tan itibaren yaşanan sonuncusunu akıl almaz biçimde 2016’da idrak ettiğimiz darbelerin de yerel olmayıp bu global tiranlıkların bir uzantısı olduğunu biliyoruz elbette. Gazete köşesine sığmayacak sayısız alt üst oluş.
***
Bir hikâye roman şiir yazılıyorsa işte böyle bir kısa tarih içinde yüzerek yazılıyor. Edebiyatı steril ve temiz tutma çabası beyhude olur ve kendi zamanının tanığı olabilmektir edebiyatı değerli kılan unsurlardan biri. Elbette edebiyattan olanı anlatmakla yetinmenin ötesine geçip başka dünyanın mümkün olabileceğini gösteren incelikli işaretler vermesi, nefreti kırması, insanlar arasındaki rabıtaları güçlendirerek umudu yükseltmesi beklenir. Elimizdeki dünyayla yetinecek ve boyun eğeceksek neden yazalım ki?