Keçeciler Caddesi
Bilen dostlarımız vardır. İstanbul Fatih’te Akdeniz caddesinde yirmi yıl eczacılık yaptım. İlçenin çoğu sokağından defalarca geçmişliğim, kafelerinde dalgınca oturmuşluğum, camilerinde namaza durmuşluğum vardır. Fakat sürekli hız ve koşturmaca içinde bu güzel Suriçi beldesini ne kadar görebildim. Mahallelerinin sırrına ne kadar erebildim. Nabi Avcı anlatmıştı; Türkiye’nin önde gelen felsefecilerinden Takiyettin Mengüşoğlu liseyi Sivas’ta okumuş. Fakat ne zaman ki üniversite için Berlin’e gidip orada her hafta sonu çevre şehirlere tarihi kültürel gezilere katılmış, o zaman anlamış bir şehri görmenin ne olduğunu. Almanya’dan döndükten sonra Sivas’a gidince bu yeni gözüyle dolaşınca ancak görebilmiş şehrini. Gerçi içinde bir ömür bile geçirseniz, şehrin size ne zaman parıldayacağı hiç belli olmuyor.
Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımla buluşmaya biraz erken varınca, onlarca defa koşar adım geçip gittiğim Keçeciler Caddesinin kısacık bir alanını yavaşlayarak görebilmenin mutluluğunu yaşadım. İlkin bir yorgancı dikkatimi çekti. Ustalar nedense erkek oluyor, iğneyi pamuktan, yünden geçirmek hiç kolay değil. Renk renk atlas saten kumaşlardan üzerine laleler sümbüller sırınmış yorganlar, artık hayatımızdan çıkıp gideli çok oldu. Kızlara hala çeyiz olarak yaptırılıyor usulen, o da geleneğe düşkün anneler tarafından, ama kullanan var mı bilmiyorum. Az ötede 1455’te inşa edilen Akşemseddin Camisini görmek, çok sevilen gurbetteki kardeşe birden kavuşmuş gibi sevinç verdi. Sanki şehrin dağdağasında uzaklara düşmüş, kaybolmuşuz da, evin yolunu birden bulmuşuz gibi. Yıllar önce bir kez teravihe geldiğim caminin güpegündüz kapalı olması, içini görememek çok üzücüydü. Çeşmesinin mermeri kırık, suyu akmaz olmuş, içi çöple dolu. Görevim değil demeden imam bile göz kulak olmalı değil mi? Bir avuç cami zaten, az biraz saygı ve merhamet yeterli. Gelip geçerken bir an durup bizler de temizleyebiliriz. Yanımızda daima ıslak mendil kutusu olsa keşke demekten kendimi alamadım. Her şeyimiz oldu da değerlerimiz için çarpan kalbi kaybettik. Caminin hemen bitişiğindeki harika taş ve ahşap yapı da Akşemseddin Kültür Merkezine tevdi edilmiş. Kapıyı çalıp uzun süre beklesem de, açık pencereden tüller uçuşsa da kapı açılmadı ne yazık ki. Biraz bilgi almak oturup konuşmak isterdim. Caminin haziresindeki mezar taşları ayağa kalkmış bizi gören ölüler gibiydi. Bu çok düşündürücü. “Üst kat hanımlar bölümü” yazısının altına “kısım el seyyide” yazılmış güzel bir hatla. Hemen karşıda rengarenk sardunyalarla bezeli balkonları olan eski ama bakımlı bir ahşap ev var. Altında ise demirden korumaların içinde yeşil örtülere bürünmüş sandukalar. Ürpermemek elde mi, şehrin ortasında bir apartmanın altında mezarlar var ve sokak sakinleri kim olduğunu bilmeseler de mübarek birileri olduğunu düşünüyorlar. İsim veya tabela yok çünkü. Kim bilir Melami meşrep kişilerdi belki.
Yatırların hizasından başlayan yüksek kalın istinat duvarının içinde Hırka-i Şerif Camii saklı. Abdülmecit Han tarafından 1851’de yaptırılmış. Güzel yapı tadilatta ve görebildiğim kadarıyla avludaki yemyeşil çamlara bir zarar gelmemesi için azami özen gösteriliyor. Kapıdaki güvenliğe Hırka’yı sordum az da olsa ümitle. Sadece Ramazan ayında görülebiliyordu ama o Hırka’nın adı anılırken bile insanın kalbi ve zihni hızla zamanın en parlak dönemine gidebiliyor. O giysinin içinde ne kederler dolandı, beşeriyetin nice sıkıntıları evrilip çevrildi kim bilir.
Caminin hizasındaki Hırka-i Şerif Ortaokulu’nun öğrencileri çok şanslı göründü gözüme. Bu atmosferde ruhlarının nasıl genişleyeceğini düşündüm. Öğretmenlerden ve velilerden bazıları bahçedeki çardakta oturmuş çay içiyorlar. Hala ağaçları olan nadide bir okul. Köşedeki Halk Ekmek bayiine yeni bir ekmek gelmiş. Afişte “beslenme saati, altın çörek zamanı” yazıyor. Keçiboynuzu ve zerdeçal ile zenginleştirilmiş, rüşeymli fındıklı üzümlü ekmek, özellikle gelişme çağındaki çocukların enerji, protein ve vitamin ihtiyaçlarını karşılar deniliyor.
Biraz ötedeki Kitap Sarayına vardım. Hemen daldım içeri. Kafe kültürü, kütüphane diye Türkçe ve Arapça daha küçük bir alt başlık var tabelada. İçeride Arap Dünyasının edebi eserlerini zengin bir çeşitlilik içinde görünce duygulanmamak ne mümkün. Necip Mahfuz’un neredeyse bütün külliyatı mevcuttu. Kapaklar hayranlık uyandıracak kadar güzeldi. Mitolojiden, minyatürden, ressamların kadın figürlü modern eserlerine kadar birçok kaynaktan yararlanmışlardı. Özenmedim desem yalan olur. Halil Cibran’ın Asi Ruhlar’ını, Mahfuz’un Fısıldayan Yıldızlar’ını alıp okuyabilseydim keşke kaynağından. Biz neden Arapça Kürtçe Farsça öğrenemedik okullarda. Kendimize özümüze engin kültür deryamıza hasret yetiştik. Allah’ın yarattığı dillere(ayetlere) ve haliyle birbirimize savaş açıp fakir düştük. Kahire’deki Necip Mahfuz kahvehanesinde büyük yazar Safinaz Kazım’la içtiğimiz kahvenin tadı çıkıp geldi. Ne kadar solgun giyiniyorsun diye biraz tekdir ederek beni bir mağazaya götürmüş, pullu işlemeli mavi harika bir Arap elbisesi almıştı. Baharat ve misk kokulu çarşılardan sonra yorgunluk gidermek için bu tarihi kahvehaneye gelmiştik. Gerçi yine giyemedim elbiseyi ama hala saklarım. Tatlar kokular renkler hisler nasıl da ömürlük iz bırakıyor da içimizin kuytularında özenle saklanıyor.
Yol boyunca Suriyelilerin açtığı güzel baharat, kargo, bakkaliye, kuaför, terzi dükkanları var. Biraz ilerleyip köşeyi dönünce El Muhtar kahvehanesine açılıyor yol. Vitrinde çok güzel Arap tatlıları varsa kakuleli kahve zamanı. Halep’i, Şam’ı, Hama Humus ve Busra’yı anmamak, oralarda kanka olduğumuz esnafın akibetini düşünüp kahrolmamak elde değil. Mekanın tabelasında Osmanlı fesi giymiş babalarının resmi. Köklü bir işletmenin bize gelmiş ve yeniden hayat bulmuş olması ne mutluluk. Şükürler olsun ki bize güvenmişler, burada emniyette hissetmişler kendilerini, adaleti tatmışlar aramızda. Gerçekten küçük ama asude bir köşe.
Kocaman bir bez afişte Sulukule’de güz dönemi sanat kursları başlıyor yazılı. Doğu Mutfağı yazan bir dükkanda gerçekten de envai çeşit Doğu yemeği vardı. İçli köfte, felafel, humus, Halep kebabı. Çalışan gençler bir gazete serip ustalarıyla öğle yemeklerini yiyorlar iç tarafta. Her biri bağrınıza basmalık. Baharatçılar sokağı Hindistan gibi kokutmuş. Kendinizi bir anda Hatay Mardin ya da Antep’te sanabilirsiniz. Kurutulmuş gonca güllerden misvak zahter ve şifalı otlara ne ararsan mevcut.
Hoca Üveys Kütüphanesinde gençler çocuklar kitap okuyor. Edebiyat Atölyesi afişinde Ali Ayçil’e rastlamak ne güzel. Tezhip, Kur’an, kaligrafi, ebru, tiyatro, seramik, ritim, çini ve resim dersleri. Allah bütün çocuklara Keçeciler sokak bahtı versin. Amin.