Başkasının hikayesini merak dahi etmemek
Hikaye yazmak daha çok insanı acıtan, kanatan hale ayna tutmakla ilgili; dert söyletir der büyüklerimiz, öyle ya derdin, tasan, davan yoksa neden yazasın ki. Canımızı yakan, içimize sinmeyen var olanı kelimeler yoluyla aşındırmak, olması gerekene doğru ilerletmek, görülmeyeni göstermek, önemsiz olanın içindeki görkemi açığa çıkarmak. Sessizlerin, sözü kesilenlerin, susturulanların sesi olmak bir bakıma. Çok iddialı laflar belki ama yazmak başlı başına bir cüret ve iddia zaten. Yazmak yüzümüze kapanan, sürekli hercü merc olan dünyada açık tutulması için bedel ödenmesi gereken kapılardan biri; direnmenin, anlamların buyurganlığını yerinden yurdundan etmenin imkanı.
Hikaye yazmak taş dahil her şeyin içine bir kalp yerleştirme, herkesin haklılık payını bulup çıkarma ve teslim etme insiyakı. Peki başkasını duyabilmek, ayetlerde buyrulduğu gibi kendine ve yakınlarına dokunsa, aleyhine olsa bile adaletin izini sürmek o kadar kolay mı? Bunun en etkin biçimde gerçekleşmesini beklediğimiz alan olan edebiyatta bile ayrıştığımızın bilincindeyiz ama hakikati yetkin kişilerden tekrar duymak yine de sarsıcı.
***
Üsküdar Kitap Fuarı’nda değerli hikayeciler Necip Tosun, Güray Süngü ve Sedat Demir’in katıldığı ‘Öykümüzün Sınır Taşları’ başlıklı söyleşide edebi kamunun ötekinin hikayesine, hakikatine eğilmeyen zemini ön plana çıktı. Lev Tolstoy’a izafe edilen bir söz var; bir insan acı duyabiliyorsa canlıdır, başkasının acısını duyabiliyorsa insandır. Peki öykü ne yapabilir, geniş imkanlarıyla birbirimizi duymanın, hissetmenin neresinde?
Necip Tosun’un dediği gibi öykü simgelere başvuran şiire göre daha çok anlam açıklığı taşıyor ve meramını kısa zamanda anlatabilmesiyle modern insanı kavramada ve anlatmada oldukça elverişli. Gerçekten de birbirimizin hikayesine eğilerek insandan insana kolayca geçiş sağlanabilir ve mesela ülkemizdeki çatışma ve ayrışmalar karşısında melhem olabilir. Tosun, naif, içten hikayelerinin yanı sıra kuramsal kitaplar için de emek verdiğinden sahada edebi ayrışmanın en önemli tanıklarından.
İncelediği birçok şiir ve hikaye antolojisinde mütedeyyin kesimin eserlerine yer verilmediğini görünce kendi eserini, hikaye seçkisini oluştururken yol ayrımında bulmuş kendini.
***
Sezai Karakoç’u, Rasim Özdenören’i yok sayan antolojileri tersinden tekrarlayıp sadece kendi çevresinin yazarlarını mı nazara vermeli, yoksa misal Edip Cansever, Bilge Karasu gibi kıymetleri de içine alan bir genişlikte mi bakmalı edebiyatımıza? İkinci yoldan giderek metin odaklı bakmayı seçmiş, Türkçe yazan herkesi kucaklayarak yazmış ‘Öykümüzün Sınır Taşları’nı. Bir ayıbı boşluğa düşürüp deşifre ederek.
Sedat Demir’in dediği gibi başkasının öyküsünü sadece farklı dünya görüşü yüzünden yok sayanlar, o dünya örüşündeki insanların acısını ve derdini de yok saymış oluyor. Hoş karşılanmayan eleştiriye gelince; eserlerin kritik edilmesi manasında kullanılan “eleştiri” daha çok olumsuz manasıyla algılandığından Demir’in dediği gibi değerlendirme kelimesini kullanmak belki daha sakin bir karşılaşmaya yol açar.
Güray Süngü, metinleri kritik eden, bu işe gönül ve emek veren kişilerin yokluğundan ya da çok nadir oluşundan söz etti. Öte yandan eleştiri hakkında kendinden yola çıkan yaklaşımı da düşündürücüydü. Yazmasını gidip başını hızla duvara çarpmaya benzetti. Böyle birine neden bu açıdan değil de şu açıdan çarptın gibi bir sorgu sualin ne derece hakkaniyetli olduğunu sordu.
Hikayeler tek bir büyük hakikatin envai çeşit ses veren küçük parçalarından ibaret. Farklı seslere kulak verdikçe şiddetin yerini kader birliğimizin ezgisi alabilir.