Ya beklenmedik olan olduysa?
Türkiye’de bazı temel analiz hastalıklarından malulüz. Bunlardan bazıları evrensel, bir kısmı bölgesel, çoğu da milli ve yerli.
Evrensel olanlarından biri insan beyninin kalıtsal bir düşünme biçimi olan örüntü görme yeteneği.
İnsanoğlu bu yetenek sayesinde vahşi doğadaki risklerden kendisini korumuş. Ormanda gördüğü karartının vahşi bir hayvan olduğunu düşünmek gibi. Bu yetenek de o yüzden evrim sürecinde körelmemiş, gelişmiş.
Ama bu yeteneğimiz aynı zamanda bir zaafımız da.
Çünkü beynimiz çözemediği meseleleri bir örüntü kurarak çözüyor ve böylece kendimizi güvende hissediyoruz.
Bazen aralarında örüntü bulduğumuz o noktalar aslında tesadüfen oradalar, onları biraraya getiren bir bağlam pratikte yok ama beynimiz o bağlamı yaratıyor.
Bir bulutta hayvan figürü görmek ya da tam ne dediğini anlayamadığımız bir seste, birinin yönlendirmesiyle anlamlı kelimeler duymak gibi.
Tabii bir de karmaşık siyasi ve güncel olaylarla ilgili komplo teorileri kurmak gibi.
Beynimiz bu kalıtsal yeteneği sayesinde bize olmayan ilişkiler kurdurarak, günün sonunda bizi güvende hissettirirken, yanıltıyor.
İkinci düşünce sorunumuz ideolojik yani evrensel tarafları olsa da özellikle bizim bölgemizde popüler.
Buna özetle “Büyük güç bağımlılığı” denebilir. Bir çeşit hayranlık ve nefret duygusunu ifade ediyor burada bağımlılık. Aynı zamanda bir aşağılık kompleksini, kurban psikolojisini de…
Bu bakış açısına göre tarihsel aktörlük sadece büyük güçlere ait bir yetenektir.
İnsanlar, toplumlar, devlet dışı sivil aktörler, yerel unsurlar aktör olamazlar. Ancak kullanılırlar, yönlendirirler, kandırılırlar.
Ama asla kendi iradeleriyle ve güçleriyle bir momentum yaratamazlar, yoldaki taşı yerinden hareket ettiremezler. Eğer kayda değer bir tarihi eylem varsa, bu mutlaka büyük güçlerin eseridir, oyunudur ya da yönlendirmesidir.
Üçüncü düşünce bozukluğuna post-mortem analiz deniyor. O da hem evrensel hem yerel.
Yani sonuca bakarak süreci analiz etmek. Ortada bir ceset var ve siz o cesede bakarak bütün yolları cinayete çıkarıyorsunuz. Halbuki o cinayet işlenmeyebilirdi de. Tek yol önünüzde duran sonuca çıkmayabilirdi. Başka yollar da vardı.
Belki buna Mahir Kaynak’ın Türkiye’de meşhur ettiği o meşhur cümle de eklenebilir: Bu olay kimin işine yarıyor?
Cümlenin devamı herhalde artık malumdur; Kimin işine yarıyorsa, o zaman fail ya da aktör de odur.
Peki ya beklenmedik olaylar, beklenmedik aktörlerin işine yarıyorsa?
Çeşitli aktörler bazen tarihte hiç beklenmedik bir anda yan yana diziliveriyorlarsa ama bu ittifak demek değilse?
İşte bütün bu düşünce sorunları Suriye’de son yaşananlar bağlamında resmi geçit yapıyor günlerdir.
Aslında Suriyeliler için böyle bir sorun yok.
Onlar bizzat muhatabı, mağduru oldukları ve santim, santim, an, an bildikleri olaydan dolayı böyle bir kafa karışıklığı yaşamıyorlar. Mutlular, kutluyorlar ve ümitliler.
Ama dışarıdan bakanlar içinde 61 yıllık bir parti diktatörlüğünün, 54 yıllık bir aile saltanatın yıkılmasına devrim denmesinden bile rahatsız olanlar var.
Çünkü en baştan zaten 61 yıllık bir parti diktatörlüğüne, 54 yıllık bir aile saltanatına bir gün Suriyeliler adlı aktör olabileceğine inanamadıkları bir insan grubunun isyan edebileceği ihtimaline kapalılardı.
Suriyeliler kim ki bunu yapabilsin? Eğer yapıyorlarsa büyük güçler onlara bunu yaptırmıştır ve yaptırmaktadır.
İlk düğme yanlış iliklenince gerisi de öyle geldi.
Arap Baharı, ABD, Avrupa, CNN baştan destek verdiği için muhakkak onların bir projesiydi.
Halbuki herkes gibi onlar da bir gencin kendisini yakmasıyla başlayan, sosyal medya üzerinden yayılan, Arapça özgür kanallar üzerinden büyüyen devrimlere yakalanmışlardı.
Mübarek devrilmeden önce ABD dışişleri ona destek açıklamaları bile yapmıştı.
Arap Baharı’na destek de sadece iki yıl sürmüştü. İkinci yılın sonunda ABD ve Batı Arap Baharı’na sırtını dönüp, Mısır’da darbeyi destekledi. Libya’da, Suriye’de “radikal gruplar” nedeniyle destek, kösteğe dönüştü.
Şimdi ABD’de karısıyla belgeseller yapıp, faydasız projelerde komik konuşmalar yapan Obama, kimyasal silah kırmızı çizgisine rağmen 2015’de Suriye’yi Rusya’ya teslim etmiş, bir daha da arkasına bakmamış, Suriye’de sadece IŞİD’le mücadeleyle ilgilenmişti.
Muhtemelen bundan iki yıl önce de kimsenin aklına HTŞ adlı El Kaide’den ayrılmış silahlı selefi gruba ABD ve İsrail’in destek verdiğini söylemek gelmezdi.
Ama ne olduğunu anlamayanlar için örüntüyü kurmak zor olmadı.
10 yıldır Suriye’de karşılarında Esad ordusunu değil, Devrim Muhafızları aklını, dünyanın her yerinden kutsi savaş için taşınmış Şii milisleri ve Hizbullah’ı gören Suriyeli muhalifler için, 7 Ekim sonrası İsrail’in Suriye’de ve Lübnan’da Şii milisler ve Hizbullah’a verdirdiği kayıplar, İran’ın tırnaklarının sökülmesi bir fırsattı.
Ama bu fırsatı İsrail, Suriyeli muhalifler için yaratmadı, kendisi için yaptı.
Ama bunun beklenmedik bir sonucu olarak Suriye sahasında HTŞ ve muhalif gruplar, 10 yıldır savaştıkları İran milisleri ve Hizbullah’ın güç kaybettiğini gördüler ve bu imkandan yararlandılar.
Bu ikisinin peş peşe olması HTŞ ve İsrail’i müttefik yapmaz.
Esas bir örüntü kurulacaksa HTŞ ve Suriyeli muhaliflerin arkasında İsrail değil, Ukrayna var denebilir.
Çünkü Ukrayna iki yıldır direnerek Rusya’nın ilgisini ve askeri teçhizatını Suriye cephesinden çekmesine neden oldu ve 2015’ten sonra Suriye sahasında hava gücüyle muhalifleri gerileten esas olarak Rusya’ydı.
Ama gönlü böyle isteyen, İsrail ve Ukrayna’nın herşeyi HTŞ için yaptığını da düşünebilir.
Halbuki Suriyeli muhaliflerin ve HTŞ’nin yaptığı sadece fırsatı görmek ve kullanmaktı.
Tam tersini iddia edenler aslında galiba bunu etik, ahlaki bulmuyor.
Yani Suriyeli muhalifler, on yıldır onlara hayatı bunlar da Müslüman demeden zindan eden, sivilleri öldüren, şehirleri açlıkla terbiye etmeye çalışan Hizbullah ve İran zor durumdayken, İsrail tarafından geriletilmişken, Rusya da Ukrayna ile boğuşurken onları arkadan vurmayı, boşluğu görüp, fırsatı değerlendirmeyi etik olarak doğru bulmamalıydı mı?
Üstelik bu fırsatı altı aydır gördükleri ve hazırlık yaptıkları ama Esad’la müzakere etmek isteyen Türkiye’nin onları durdurduğu da ortaya çıktı.
Aylardır medyada bu haberler dönüyor.
Yani ortada gizli bir plan, işbirliği de yoktu.
Her şey çok açıktı. PKK’ya yakın siteler, Aydınlık gibi Rus muhabi gazeteler bu hazırlıkları her gün haber yapıyordu.
Yani o halde İsrail ve ABD’nin projesinin uygulanmasını aylardır Türkiye mi durdurmuş oldu?
Koca ABD’nin gücü bunun önünü açmaya yetmedi yani.
Bu tezlere bir soru daha ekleyelim:
Peki, HTŞ sahiden Şam’a kadar gidip Esad’ı devireceğini planlayarak mı bu işe girmişti?
Operasyonun adı hiç de öyle demiyor: Saldırganlığı Önleme Operasyonu.
Peki, saldırganlık neydi?
İdlib’e artan Suriye ve Rus bombardırmanı.
5 milyon insanın yaşadığı İdlib’e yönelik saldırganlığı önlemekti amaç. Yani aslında bir meşru müdafaa saldırısıydı. Belki İdlib’de milyonlarca insan için daralan alanı açmaya çalışmaktı.
Ama Halep’e yaklaştıklarında sahayı daha net gördüler: Rusya’nın hava desteği çok sınırlıydı, Şii milisler ortadan kaybolmuştu ve Suriye ordusunda artık kimsenin Esad için savaşma motivasyonu kalmamıştı.
İran’ın ve Rusya’nın açıklamalarından anlıyoruz ki Esad’ın da ordusunun bu halinden haberi yoktu. Her diktatör gibi o da gerçeklerle bağını koparmıştı.
Suriyeli muhaliflerin ise her ilerleyişte yaşadıkları şaşkınlığı bizzat kendi ağızlarından takip ettik.
Kaplanın kağıttan olduğunu gördükçe ilerlemeye devam ettiler.
ABD’nin ve İsrail o sırada ne yaptı peki?
İki haberi hatırlamak yeterli.
Muhalifler henüz yolun başındayken 1 Aralık günü BAE Emiri Muhammed Bin Zayed, Esad’ı arayıp desteğini bildirdi. BAE’nin süper saygılı ve açık resmi açıklamasından okuyalım:
“Cumhurbaşkanı Ekselansları Şeyh Mohamed bin Zayed Al Nahyan bugün Suriye Arap Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ekselansları Beşar Esad ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Ekselansları ve Cumhurbaşkanı Beşar Esad telefon görüşmesinde Suriye'deki son gelişmelerin yanı sıra karşılıklı ilgi alanlarına giren çeşitli konu ve başlıkları ele aldılar. Devlet Başkanı Ekselansları Şeyh Muhammed, BAE'nin Suriye ile dayanışmasını ve terörizm ve aşırıcılıkla mücadelede verdiği desteği vurguladı. Ayrıca BAE'nin, Suriye'nin birliğini ve tüm toprakları üzerindeki egemenliğini korurken Suriye halkının istikrar ve kalkınma özlemlerini karşılayacak şekilde Suriye krizine barışçıl bir çözüm bulunmasını amaçlayan tüm çabaları destekleyen tutumunu bir kez daha teyit etti.”
Ve ertesi gün 2 Aralık tarihli Reuters haberini hatırlayalım:
“Kaynaklar; ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin İran'dan uzaklaşması ve Lübnan Hizbullahı'na giden silah yollarını kesmesi halinde Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'a uygulanan yaptırımların kaldırılması olasılığını görüştüklerini söyledi. Kaynaklar, ABD'nin Suriye'ye uyguladığı kapsamlı yaptırımların 20 Aralık'ta sona erecek olması ve İsrail'in Lübnan'daki Hizbullah, Gazze'deki Hamas ve Suriye'deki İran varlıkları da dahil olmak üzere Tahran'ın bölgesel ağına karşı yürüttüğü kampanya nedeniyle görüşmelerin son aylarda yoğunlaştığını söyledi.”
Yine aynı günlerde Biden’ın Suriye meselesini teslim ettiği ve ortaya çıkan manzaranın ilk sorumlusu McGurk’ün yine yaptırımları kaldırma vaadiyle, Esad’ı YPG’yle anlaşmaya ikna etmeye çalışıldığı yazıldı.
Esad’ı kurtarmak için harekete geçen ve açıkça destek bildiren BAE kim peki?
7 Ekim’den bu yana Gazze için ağzını açmamış olan, İsrail’in ve ABD’nin bölgedeki en sağlam müttefiki.
Yani eğer ABD ve İsrail Suriye’de bir plan kuruyorsa, ilk söyleyecekleri, desteğini alacakları ülke.
Demek ki ona da haber vermemişler, o da gidip düşmekte olan Esad’ı desteklemiş ve karizmasını fena halde çizdirmiş.
Peki, muhalifler Şam’ı aldıktan sonra İsrail’in Golan’daki tampon bölgede işgali ve Suriye’yi bombalaması?
Netanyahu, İsrail'in Suriye'ye şimdi neden saldırdığını açıkça söyledi zaten:
"Cihatçıların eline geçmemesi için, terk edilen stratejik askeri kabiliyetler bombalandı. Bu, İngilizlerin Fransa’daki Vichy rejiminin filosunu Nazilere geçmemesi için bombalamasına benziyor.”
Yani aslında Netanyahu, şunu demiş oldu: Bu stratejik askeri kabiliyetleri Esad’ın elindeyken vurmadık çünkü o Vichy rejimiydi bizim için, İngiltere’ye zararı yoktu ama cihatçıların yani Nazilerin eline geçmemesi için vurduk.
Kimi risk olarak gördükleri çok açık değil mi?
Esad iktidardayken de İsrail, 2011’den bu yana defalarca Şam’ı vurdu. Bunu görmek için Google’lamak yeterli. Son yıllarda bu saldırılar neredeyse her ay yapıldı.
Peki Esad, başkentini vuran İsrail’e karşı ne yapabildi?
İdlip’e, Halep’e, kendi vatandaşlarına karşı yapabildiği hiçbirşeyi yapamadı. Bir tek drone bile uçuramadı.
Peki, 1967’den beri İsrail işgali altında olan Golan Tepeleri’ndeki kendi toprakları için ne yapabildi?
Bu topraklar hala işgal altında olduğuna göre yine hiçbirşey. Şimdi, Suriyeli muhalifleri daha iktidarı ele geçirdikleri ilk haftada İsrail’e savaşa davet edenler, İsrail’e saldırmadıkları için onları samimiyetsizlikle suçlayanlar 53 senelik Baas rejimi sırasında neredeydi acaba?
Gazze’de katliam sürerken son bir yılda defalarca İdlib’i vurmuş Suriye devleti neden bir tane drone da İsrail’e gönderememiş?
İsrail, şimdi fırsattan istifade işgal ettiği Golan’daki BM tampon bölgesini de işgal etti.
Bunu da yine Suriye’deki “artan riskler ve terör grupları yüzünden” yaptığını açıkladı.
Peki, Suriye’de İsrail için riskler neden arttı?
Bu sorulara; “çünkü HTŞ ve Suriyeli muhalifler İsrail tarafından destekleniyor” cevabı vermeyi beynimizdeki kalıtsal örüntü yeteneği bile açıklayamaz.
Ama insan beyninin başka bir yeteneği açıklayabilir; zor durumlarda kendisini mutlu hissettirecek yalanlar üretip, onlara inanmak.
Berbat, gaddar bir diktatörün devrilmesinden bu derece mutsuz olmanın açıklaması ise insanın beyninde değil, kalbinde aranmalı.