Cumhuriyetin iktisadi kazanımları
Cumhuriyetle derdi olanlar Atatürk’e pek ilişemediklerinden Osmanlı güzellemeleri yapıyorlar.
Malum, iktidar partisinden bir vekil harf devrimini eleştirdi ve “lügatimizi ve düşünce setimizi bozdular” dedi.
Bu ifade bana yabancı gelmedi.
1696-1725 yılları arasında Rusya’yı yöneten 1. Petro ülkesinin Avrupa’dan çok geri kaldığını gözlemledi. Avrupa’yı yakalamak adına, Avrupa ülkelerine bakarak önemli reformlar yaptı.
Örneğin, Rusya’nın Ortaçağ düşüncesini ortadan kaldırdı. Sanayi ve ticaretin gelişmesini sağladı. Güçlü bir donanma yarattı ve ordusunu batı standartlarına göre revize etti. Okulları kilisenin etkisinden kurtardı ve eğitimi laikleştirdi. Batı kültürünü yansıtarak Rus alfabesini modernize etti.
Bunların yanı sıra yapmış olduğu pek çok önemli reform nedeniyle, bütün dünya Rus Çarı Petro’ya “Büyük Petro” diyor.
Tabii ki bu coğrafya haricindeki bütün Dünya Büyük Petro diyor.
Osmanlı Devleti’nde zamanın olaylarını tespit etmek ve yazmakla görevli devlet tarihçilerine “vakanüvis” denirdi.
Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” isimli harika eserinden öğreniyoruz ki “18’inci yüzyıl Osmanlısı Rusya’yı hayranlıkla ve ciddiye alarak izlememiş.” Örneğin, Büyük Petro’nun reformlarını tarihe not düşen Vakanüvis Raşid Büyük Petro’dan “Moskof Çarı Petro öldü. Tebaasına çılgınca yeni adetler getirmişti” diye söz eder.
İlber hoca “muhtemelen Petro’nun ‘deli’ lakabı bu devirden kalmadır” diyor.
Değerli okur Atatürk devrimlerine laf edenlerin zihniyeti, 300 yıl önceki zihniyetten pek de farklı değil.
Bu nedenle, bu zihniyeti kendi haline bırakalım ve Cumhuriyet Türkiyesi’nin iktisadi kazanımlarına bir bakalım.
Nasıl mı?
Gelin başlayalım.
OSMANLI’DAN DEVİR ALINAN EKONOMİK YAPI
1913 ve 1915 yıllarında yapılan sanayi sayımları, çağdaş anlamıyla bir Osmanlı sanayiinden bahsetmenin zor olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
1903 ve 1918 yıllarında Osmanlı’da yerli bir kapitalist zümre yetiştirilmek istenildi. Ancak bu dönemde Türk burjuvazisi sermaye ve entelektüel birikim açısından çok zayıftı.
Elbette bir Osmanlı burjuvazisi vardı. Ancak bunlar sanayide değil ticarette (özellikle dış ticarette) gelişmişlerdi. Yabancılarla içli dışlıydılar. Büyük ölçüde de Gayri Müslimlerden oluşuyorlardı.
Cumhuriyet hükümetleri başlangıçta piyasa ekonomine, özel girişimciliğe ve yabancı sermayeye inanıyordu.
Nitekim Atatürk 1923 yılında düzenlenen İzmir İktisat Kongresi’nin açılışında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne neden olan kapitülasyon tipi hukuki ayrıcalıkları sıraladıktan sonra “kanunlarımıza uymaları kaydıyla yabancı sermayeye gereken izinlerin verileceğini” söyledi.
Ancak özel sektöre dayalı büyüme modeli sanayileşmeden çok, ticareti geliştirdi.
Prof. Dr. Korkut Boratav hocam 1923-1929 dönemini “açık ekonomi koşullarında yeniden inşa” ifadesiyle tanımlamaktadır. Dönemin dış ticaret ve üretim verileriyle de bu nitelendirmeyi doğruluyor.
Sonuç olarak bu dönemde uygulanan devlet destekleri Müslüman-Türk bir kapitalist grubun gelişimine katkıda bulundu. Ancak bu gelişim devletin yarattığı imkânlara el koyan aracı faaliyetlerin ve özellikle ithalata dönük bir ticari kapitalizmin gelişmesine katkı sağladı.
(Yakup Kadri Karaosmanoğlu bu dönem yolsuzluklarını “Ankara” isimli kitabında çok güzel anlatır.)
Osmanlı zamanındaki sanayinin yapısı hâlâ değişmedi ve sadece savaş koşulları nedeniyle atıl kalan kapasite harekete geçirildi.
BÜYÜK BUHRAN
1925 yılında gelir dağılımı adına önemli bir operasyon yapıldı ve aşar vergisi kaldırıldı. Aşar vergisinin bütçe gelirleri içerisindeki oranı %22’ydi. Ancak iltizam yoluyla toplandığı için, bu verginin % 20’si mültezimlere komisyon olarak veriliyordu.
Aşar vergisinin kaldırılması kamu kesiminden köylüye gelir aktarımına neden oldu.. (Değerli okur Cumhuriyet tercihini köylüden yana kullanmış. Günümüz Türkiye’sindeki tarımsal destekler için de aynısını söylemek mümkün müdür acaba?)
1929 yılına gelindiğinde üç önemli gelişme ortaya çıktı.
Lozan Antlaşması’na göre Osmanlı’nın borçlarının % 66’sını Türkiye Cumhuriyeti üstlendi. Bu borçların geri ödemesi 1929 yılında başlayacaktı.
Lozan Antlaşması ithalat vergilerine de sınırlama getirmişti. Türkiye ancak 1929 yılında vergi artırımına gidebilecekti.
Türkiye % 12,9 ortalama nominal koruma sağlayan Lozan Antlaşması tarifesine karşılık, 1929 yılında ortalama koruma oranını % 45,7’ye çıkardı.
1923-1929 yılları arasında ithalatın GSYİH’ya oranı ortalama olarak % 14,4 idi. Sonraki elli yılda bu oran daha da aşılmadı. (2021 yılında bu oran oranı % 33,6 olarak gerçekleşti.)
Türkiye bunları yaparken, 1929 yılında Dünya’da büyük bir buhran ortaya çıktı.
1929’u izleyen yıllarda açık kapı-serbest ticaret modeli azgelişmiş ülkeleri metropol ülkelerdeki buhranın kuyruğuna takarak kronik bir durgunluğa sürükledi.
O döneme kadar uluslararası uzmanlaşma, gelişen ülkelere tarımı ve gelişmiş ülkelere de sanayiyi tahsis ediyordu. 1929 yılından itibaren Türkiye dâhil gelişen ülkeler dış ticareti denetleyen ve korumacı bir yapıya geçti.
Türkiye 1930 ve 1931 yıllarında koruma duvarları ardında özel sınai birikimi desteklemiştir. Bu yıllarda dış ticaret ve kambiyo rejimleri denetlenmiştir.
Ancak, bu korumacı politikalar çerçevesinde sanayileşme sürecinin içeriğinin piyasa koşullarına ve tüketici talebine göre biçimleneceği, bunun da orta ve uzun dönemli gelişme hızını frenleyeceği anlaşıldı.
Bu nedenle “korumacılık” politikaları, “devletçilik” politikalarıyla tamamlandı.
DEVLETÇİLİK
Devletçi atılımların temel resmi belgelerinden birisi de 1933 yılında yürürlüğe giren Birinci Beş Yıllık Sanayileşme Planı’dır.
Plan’ın giriş bölümünde devletçilik politikası net bir biçimde açıklanmıştır. Bu açıklamada özetle şunlar söyleniyor:
Batının kültürünün, yani tekniğin ve büyük sanayinin sahası doğu sahillerini kuşatıyordu. Batı sahaları sanayileşmemiş milletlere mamul mal gönderiyordu. Böylece hukuken bağımsız devletler batılı ülkelerin büyük sanayisinin hegemonyası altına giriyorlardı.(Yani te o vakit hele de borçlanmayla ithalat yapanlar, talimat da alır diyorlar.)
Uluslararası uzmanlaşma Türkiye’ye tarımsal üretim görevi vermektedir. Büyük sanayici ülkeler, aralarındaki siyasi ve iktisadi uyuşmazlıklara rağmen ziraatçi ülkeleri her zaman için üretici statüsünde bırakmak istiyorlar.
Bu itibarla ziraatçi ülkelerin bu silkinme hareketlerine, ergeç set çekmek hususunda siyasi nüfuslarını kullanmakta birleşmeleri gerekmektedir. Bu hakikat karşısında, muhtaç olduğumuz sanayii zaman kaybetmeden kurulmalıdır.
Devletçi politikalar çerçevesinde yabancı sermayeye ihtiyatlı yaklaşılmıştır. Devletçilik politikalarının en belirleyici yönü tarım dışı üretken alanlarda devletin asli yatırımcı ve üretici bir unsur haline gelmesidir.
Bu dönemde devletin ulaştırma ve enerjide egemenliği ortaya çıktı. Bunun yanı sıra kamu işletmeleri sanayi ve maden alanlarında yatırım yapmaya başladı.
Yatırım malı ve ara mal üreten modern sanayi kollarının ilk kuruluş yılları da devletçilik dönemindedir. Metalurji, özellikle demir-çelik, kâğıt ve kimya sanayi kollarında ilk modern tesisler bu yıllarda kurulmuştur. İnşaat malzemesi ve çimento üretiminde büyük sıçramalar gerçekleştirilmiştir.
(Değerli okur Cumhuriyetin ilk yıllarındaki sanayileşme hareketini küçümseyen siyasetçiler iktidara geldiklerinde bu sanayi tesislerini peyder pey sattılar. Cumhuriyet tarihinin ne büyük özelleştirmesini yaptık diye de kendilerine paye çıkardılar.)
1930-1939 yıllarını Türkiye’nin sanayileşme doğrultusunda ilk ciddi adımlarını attığı yıllar olarak nitelendirmek gerekmektedir.
Bu dönemde sanayinin sabit fiyatlarla yıllık büyüme hızlarının ortalaması % 10,3’tür.
Boratav hocam “sanayi kesiminin, Cumhuriyet tarihindeki hiçbir döneminde, 1930-1939 yıllarının ortalama büyüme hızına ulaşamadığını” söylemektedir.
Hem de Osmanlı’dan kalan devasa borçlar kuruşuna kadar ödenerek yakalandı bu büyüme.
İyi pazarlar.
Not: Bu yazıda önemli ölçüde Prof. Dr. Korkut Boratav’ın İmge kitabevinden çıkan “Türkiye İktisat Tarihi 1908-2005” isimli kitabından istifade ettim.
Geçmiş Cumhuriyet Bayramı’mızı tekrar kutlarım.