Cumhuriyetimiz yüz yaşında

Kurucu önderimiz Atatürk “Cumhuriyet bilhassa da kimsesizlerin kimsesidir” demişti.

Evet, bunu yaşayarak öğrenenlerdenim.

İlkokulu, ortaokulu, liseyi ve üniversiteyi devlet okullarında okudum. Cumhuriyetin okullarında yetişen öğretmenlerimden çok şey öğrendim. Küçük bir ilçede dershane görmeden okudum hem de.

Üniversite tahsilim boyunca devlet (KYK) yurdunda kaldım. Hem de üç kişilik bir odada.

Üniversiteyi bitirince Devlet Planlama Teşkilatında çalıştım. DPT’nin bursuyla yurt dışında yüksek lisans yaptım.

Bunların hepsini bana Cumhuriyetin kurumları sağladı.

Bu nedenle Cumhuriyete, kurumlarına ve millete kendimi borçlu hissediyorum.

Hangi Cumhuriyete mi?

Gelin bir anlatayım.

CUMHURİYETİN ANLAMI

Cumhuriyet, evrensel olarak, “halkın egemenliğini elinde tuttuğu ve bu egemenliği belli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığı ile kullandığı devlet biçimidir.” Yani halkın iradesinin karar süreçlerine yansımasıdır.

Falih Rıfkı Atay doğumundan ölümüne kadar Atatürk’ü anlattığı “Çankaya” kitabında Cumhuriyetin ilanında yaşananları anlatırken; “Cumhuriyet hepimiz için ayrı bir şeydi, Mecliste bulunanlardan bazıları Tanzimatçı bile değildirler” der.

Bırakınız muhalifleri, Falih Rıfkı gibi düşünenler ve cumhuriyete ilke olarak inananlar dahi, “Hakimiyet-i Milliciler”den farklı olarak yeni düzenin, sağlam bir teminat elde edinceye kadar, sıkı bir disiplin altında korunmasını istiyorlardı.

Yunus Nadi “Cumhuriyetin ilanını en kuvvetli zamanımızda yapmalıyız” demişti. Atatürk bu öneriye “en kuvvetli zamanımız bugündür” diyerek karşı çıkar ve Anayasa’nın gönlünden geçen ilk maddesinin “Türkiye, Cumhuriyet usulü ile idare olunur bir halk devletidir” şeklinde olduğunu ifade eder.

Değiştirilen Anayasa hükümlerine göre cumhurbaşkanı seçilen Atatürk Nutuk’ta “ulusumuz, kendisinde bulunan nitelikleri ve değeri, Hükümetinin yeni adıyla, uygarlık dünyasına çok kolay gösterebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, dünya devletleri arasındaki yerine yaraşır olduğunu, başaracağı işlerle kanıtlayacaktır” diyerek, “Cumhuriyet” ve “Türk insanına” olan inancını belirtmiştir.

Nasıl mı?

Devam edelim.

KİŞİ ONURU

Esasen Atatürk’ün temel iyimserliği ve onun arkasında yatan gerçek “kişi onuru” kavramıdır.

Prof. Dr. Şerif Mardin’e* göre “Atatürk’teki derin yapısal vurgu, bireyin fert olarak bir toplumsal meşruiyet kaynağı oluşturduğu şeklinde formelleştirilmiş bir inançtır.” Kişinin onurunu ve bilincini etkileyen unsurların başında ise eğitim ve bilgi gelmektedir. Dil devrimi savunucularının bile 5 ile 15 yıl arasında bir geçiş sürecini dile getirmelerine, bu süre zarfında da kargaşa olmaması için eski yazı ile Latin harflerinin kullanıldığı yeni yazının beraber kullanılmasını önermelerine rağmen Atatürk “bu iş ya üç ayda olur ya hiç olmaz” diyordu. Çünkü Osmanlı2nın son 50 yılı bu tür tartışmalarla geçmişti.

Atatürk, yeni yazı ile köydeki çocukların da kısa sürede okumayı öğrenip eğitimde fırsat eşitliğini yakalayacaklarını, Türk insanının batı yazı âlemine erişip gelişmeleri kolaylıkla takip edebileceğini düşünüyordu. Diğer bir deyişle, eğitim ve bilgi yaygınlaştıkça sosyal bilinç gelişecek, devlet yönetimi sürecinde Cumhuriyetin hedeflediği “ulus egemenliği” yetkin bir pozisyon alacaktır.

RESMİ KÜLTÜR VE HALK KÜLTÜRÜ

Mardin, Osmanlı’da aydınların geçiminin devlet tarafından sağlandığını söylemektedir. Ziya Gökalp’ in ise kendi toplumumuz için bu ayrımı şöyle ifade ettiğini söylüyor: “Türklerde saray lisanından, saray edebiyatından, saray ahlakından, resmi hukuktan, resmi iktisadiyattan, resmi teşkilattan büsbütün başka bir halk lisanı, halk edebiyatı, halk ahlakı, halk hukuku, halk iktisadiyatı ve halk teşkilatı vardır. Bu hadisenin sebebi Türklerin kendi müesseselerini yükseltmek suretiyle bir medeniyet ibda etmeyip (yaratmayıp) yabancı milletlerin müesseselerini i’tinam (özenti) ve onlardan yapma bir medeniyet terkib etmeleridir.”

Bu resmi medeniyeti yapanlar ise devletin parasıyla batı kültürünü tanımaya giden ve devletçe görevlendirilen kişilerdir. Bunlarda doğal olarak, Batıdaki gelişmelere paralellik arz eden bir şekilde halk ve halkın sorunları için üretim yapmak yerine, gerçek patron olan devlete ve onun sorunlarını çözmeye yönelik üretim yapmışlardır.

Cumhuriyeti kuranlar iyi eğitim almış Türk gençlerinin işte bu kısır döngüyü kıracağını öngörüyorlardı. Bu nedenle de eğitime büyük önem vermişlerdi.

KAZANIMLAR

Kişi onuruna ve bilginin gücüne büyük önem veren Cumhuriyet ilk yıllarında hedeflerine kısmen de olsa ulaştı.

1934 yılında kadına seçme ve seçilme hakkı verildi.

Konunun önemini vurgulamak için şu kadarını söyleyeyim: bu hak kadınlara Kuveyt’de 2005, Japonya’da 1945, Fransa’da 1944 ve İsviçre’de 1971 yılında verildi.

İmparatorluk yıkıldığında cehalet oranı % 90’dı. Yani okuma yazma oranı % 10 idi. 1928 yılında yapılan harf devriminden sonra okuma yazma oranı kısa sürede iki katına çıktı.

1924-1947 yıllarında GSYİH büyüme hızı cari fiyatlarla % 11,8, reel fiyatlarla % 5’tir.

Hem de 1929-1939 arasında tüm dünyayı etkileyen Büyük Bunalıma rağmen. 1939-1945 arasında yaşanan İkinci Dünya Savaşına rağmen.

Türkiye’de toplamda 71 milyar ABD doları tutarında özelleştirme yapıldı. Bu özelleştirmelerin % 89’u (63 milyar dolar) AK Parti iktidarlarında gerçekleştirildi.

Özelleştirilen sanayi tesislerinin kahir ekseriyeti Cumhuriyetin ilk yıllarında kuruldu.

1930’lı yıllarda iki tane Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı.

Planlar kapsamında, Devletin oluşturacağı sanayi tesislerinin denetimi ve mali yapılarını düzenlemek amacıyla Sanayi Ofisi ve Sanayi Kredi Bankası, yer altı kaynaklarını ve doğal kaynakları işlemek ve elektrik enerjisi üretmek için de Etibank kuruldu.

Ayrıca bu dönemde dokuma, iplik, cam, çimento, demir çelik ve şeker fabrikaları kuruldu. Bayrak taşıyıcımız Türk Hava Yolları 1933 yılında kuruldu.

Genç Cumhuriyet bu hamleleri yaparken bir taraftan da Osmanlı’dan kalan borçları ödüyordu.

Lozan Antlaşmasına göre Türkiye Osmanlı’dan kalan borçları 1924-1954 halinde taksitlerle ödeyecekti.

Türk hükümetleri borçların tamamını erken ödemeye tabi tutmuş, ödemeler fiilen 1954’den önce tamamlanmış ve süreç hukuken 25/5/1954 tarihinde sona ermiştir.

Önemli kısmı II. Abdülhamid tarafından yabancılara verilen imtiyaz sözleşmelerine konu tesisler bedeli ödenerek millileştirildi. Bu sözleşmelerde cömert biçimde kâr garantileri verilmişti.(Değerli okur şimdilerin KÖİ projelerinde verilen cömert gelir garantilerinin aynısı diyeyim de siz anlayın artık.)

Bunları yazarken bugünlerde kapı kapı borç para arayan devlet büyükleri geldi gözümün önüne.

Cumhuriyetin 100’üncü yılında Ankara dururken, birkaç milyon dolar uğruna Arabistan’ın başkenti Riyad’da oynatılmasına karar verilen Süper Kupa maçı geldi aklıma.

Bütün bunlar yaşanırken Cumhuriyet’e demedik kötü lafı bırakmayanlar geldi hatırıma.

Cumhuriyet olmasa bulundukları makamlara asla gelemeyeceklerin Osmanlı güzellemeleri çınladı kulaklarımda.

KYK yurdunda 3 kişilik bir odada kalan biri olarak; yakınlarda KYK yurdunda asansör kazasında hayatını kaybeden Zeren Ertaş’ın babasının “Devlet benim çocuğuma 20-25 gün bakamadı” demesinden ben utandım.

Atatürk Cumhuriyeti kurarken Kişi Onuru’na güvendi demiştim ya.

Haklıymış.

Değerli okur onurlu duruş önemli bir şeymiş.

İyi pazarlar

Not: Cumhuriyetimizin Yüzüncü Yılı kutlu olsun.

Kurtuluş Savaşımızın başkomutanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Atatürk’ü ve arkadaşlarını saygıyla ve minnetle anıyorum.

*Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim yayınları, 1994

YORUMLAR (16)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
16 Yorum