Tarih zalimlere süre tanır ancak affetmez
Diktatörlük, ilk olarak Antik Roma’da “olağanüstü durum yönetimi” olarak tanımlanmıştı ve diktatörler savaş ya da iç karışıklığın sebep olduğu kriz dönemlerinde senato tarafından atanırdı. Krizi çözmek ve düzeni yeniden sağlamak için 6 ay gibi belirli süreyle belirlenen diktatörler, modern çağın diktatörlüklerinden bu anlamda ayrılıyordu. Görev tanımları da süreleri de kısıtlıydı. Lucius Quinctius Cincinnatus hem bir çiftçi hem de Roma’nın kriz dönemlerinde diktatör olarak görev yapıyordu ancak zamanı gelince görevini bırakmıştı.
Orta Çağ’a gelindiğinde feodal sistem içerisinde de diktatörlük kavramı spesifik bir yönetim biçemi olarak gelişmedi. Feodal lordlar ve monarşi, otoriter yönetim tarzını belirledi. Avrupa’daki mutlak monarşi tıpkı bir diktatör gibi gücü merkezileştirdi. Feodal yapının güçlü olduğu bu dönemde, hükümdarlar genellikle otoriteyi ilahi bir hakka dayandırarak halk üzerindeki mutlak gücünü meşrulaştırdı. Din, bu dönemde otoriter yönetimlerin ana dayanaklarından biri oldu.
19. ve 20. yy.’a gelindiğinde diktatörlük kendisine sıfat olarak “modern” sözcüğünü alacak ve modern diktatörlük tanımı da gelişecekti. Fransız Devrimi sonrası kaotik ortam, yeni tip diktaya da alan açan en önemli tarihi olay olmuştu. Napoleon, 1799’daki 18 Brumaire Darbesiyle müttefikleri olan Emmanuel-Joseph Sieyès ve Roger Ducos’la birlikte Direktuvar Hükümeti’ni devirerek iktidarı ele geçirdi. Darbe sonrası üç konsülden oluşan bir geçici hükümet kuruldu ancak kısa süre içinde Napolyon, gücü kendi elinde topladı ve “Konsüllük” rejimini kurarak Fransa’nın fiili lideri haline geldi. İstikrar sağlama vaadiyle meşrulaştırılan bu yeni yönetim tarzı, modern diktatörlüklerin bir prototipi olarak kabul edilecekti.
Tarihsel olarak diktatörlük evrimi antik dönemde geçici ve kriz yönetiminden, Orta Çağ’da gücün Tanrı tarafından bahşedildiği sanılan mutlakiyetçi yönetime, 19. ve 20. yüzyıllarda Milliyetçilik, ideolojik çatışmalar ve sanayileşme dönemindeki diktatörlüklere evrildi.
İtalya’da Benito 1922 yılında “Kara Gömlekliler” olarak bilinen paramiliter güçleriyle bir darbe düzenleyerek iktidarı ele geçirdi. Mussolini ile faşizm, Almanya’da Hitler ile nazizm, Sovyetler’de Stalin’le birlikte komünizm otoriter ve totaliter rejimlere dönüşerek, bireysel hak ve özgürlükleri neredeyse tamamen ortadan kaldıran yeni tarz diktatörlüklerdi artık. Hemen hepsinin de ortak özellikleri aynıydı; Tek parti sistemi, güçlü propaganda mekanizmaları, baskıcı güvenlik güçleri, gizli polis kullanımı, eğitimde, medyada, toplumda, ekonomide total bir kontrol arayışı…
Artık 21. yüzyıla gelindiğinde dijital çağın, bilgilenme sürecinin, sanayileşmenin, büyümenin, sınırların daha da geliştiği bir dönemde diktatörlüğün son bulacağını düşünürken bu yok olamayan ergonomik güç “post modern diktatörlük” olarak beliriyordu. Ekranda demokratik fakat özünde otoriter bir yönetim biçemi olarak…
Hafız Esad 1970 senesinde yine bir diktatörlük hususiyeti olan darbe ile Suriye’nin başına geçti ve 30 yıl boyunca otoriter bir rejim kurarak ülkeyi yönetti. 2000 senesinde öldü ve oğlu Beşar Esad, yönetimi devraldı.
Beşar Esad’ın yönetimi, babasından devraldığı bir aile rejiminin devamı oldu. Tüm aile sözleşmiş gibi eforunu ülkeyi daha müreffeh bir seviyeye taşımaya değil rejimin istikrarını sağlamaya kullandı. Beşar Esad’ın kardeşi Mahir Esad, ordunun elit birimlerini yönetiyordu eşi Esma Esad bakımlı ve Moulin Rouge kabaresinden fırlamış şıklığıyla rejimin güya uluslararası alandaki modern yüzü olarak tanıtılıyordu.
Tarihin tozlu sayfalarına kazınacak olan bu çağın en acımasız hikâyelerinden birisi şüphesiz Beşar Esad’ın iktidar tahtında yaşadığı bu hazin son oldu. Suriye’nin kadim topraklarını kan ve gözyaşıyla sulayan bu iktidar, diktasının altında ezildi ve zalim bir rejimin simgesi haline geldi.
Genç, Batı’da eğitim almış ve modern dünya ile temas etmiş bir lider olarak pazarlanan Beşar, Suriye halkı için yeni bir dönemin müjdecisi olarak görülüyordu. Ancak zamanla tüm dünya, rejimin baskıcı politikalarını, siyasi muhaliflere yönelik acımasız zulümleri, susturulmuş halkı, tahtını korku ve baskıyla inşa eden bu göz doktorunun birer Hannibal oluşunu izliyordu.
Suriye’nin antik şehirleri, tarih kokan sokakları ve bereketli toprakları, savaşın acımasızlığına teslim olurken, milyonlarca insan evinden, yurdundan koparılırken, yüz binlercesi hayatını kaybederken bizler de tahtını korumak adına her türlü yöntemi şahsına mubah gören bir karaktersizi izliyorduk. Kimyasal silahlar, aç bırakılan şehirler ve uluslararası hukuku hiçe sayan vahşetlerle anılan bir lider olarak anılırken dahi kibri zirvedeydi. Türkiye’den gelen görüşme taleplerini dahi reddediyordu…
Ancak tarih, zalimlere uzun ömür bahşetmez. Rusya ve İran’ın desteğiyle ayakta kalmayı başaran Esad, aslında ülkesinin bağımsızlığını rehin bırakan bir lider olmanın utancını taşıyor artık. Uluslararası arenada yalnızlaşan Suriye, ekonomik yaptırımlar ve siyasi izolasyon altında bir harabeye dönüşürken, halkının açlık, yoksulluk ve umutsuzluk içinde kıvrandığı bu topraklarda Esad’ın iktidarı zaten enkazın üzerinde dimdik duran bir hayalet gibiydi.
Tarih, zalimlere süre tanır ancak affetmez. Esad’ın iktidar tahtı, zulüm ve acıyla örülen dikenli taçtan başka bir şey değil artık.
Hafız Esad’ın heykeli yerlerde sürünürken, Angelopulos’un Ulysses Gaze filminde geminin üstünden Lenin heykeli akıp giderken, yazının içerisinde bahsettiğim tüm diktatörler kara bir ruhla anılırken, aklımda şu ayet belirir.
“Şimdi görüyor musun onlardan bir geriye kalan.” 69-8