Rabia’yı da uğurladık sıradaki değer gelsin

Demir Perde” deyimi, II. Dünya Savaşı'nın sonu olan 1945 yılından Soğuk Savaş'ın sonu olan 1991 yılına kadar Avrupa'yı iki ayrı bölüme bölen ideolojik çatışma alanlarını ve fiziksel sınırları tanımlıyordu.
90’lı yılların başında demir perdenin ortadan kalkmasıyla birlikte oldukça fazla sayıdaki siyasi analist “liberal demokrasinin” insanlığın “kazanan” politik sistemi olarak galip geleceğini düşündü.

Bu süreçle birlikte eşitlikçilik ve hümanizm liderlerin nasıl olmaları gerektiğine dair bir çerçeve çizmeye başladı. Liberal siyasetçilerin zafer olarak sunduğu bu dönemin ardından tüm bu argümanlar vaatlerini yerine getirememe sebebiyle iflas etti ve tüm inandırıcılığını yitirdi. Dünyada demokrasiyi hâkim güç yapma muradı ters tepti ve liberallerin kendileri de sonunda demokrasi karşıtları haline geldi.
Liberalizmin bu çeşit çöküşü ardından tüm dünya yeniden “büyük adam” liderlerinin yükselişine tanık oldu. Bu retro liderlik kültünün yeniden neşvünema bulması 1. Dünya savaşı sonrasında tüm dünyanın ders alacağı bir idealin tam aksine gitme eğilimiydi ve oldukça şaşırtıcıydı.

Soru şuydu; Dünyanın ve halkların yaşadığı tüm kaoslara rağmen etik olmayan liderler neden hala ön planda ve neden ısrarla seçiliyorlardı?

Sovyetler Birliği demokrasi hasretiyle yanarken, bu umudun bir timsali olacakken Rusya anlı şanlı bir şekilde Çarlık dönemine geri döndü. Türkiye’de en başlarda Avrupa Birliği müzakereleri, demokratikleşme çabaları derken Neo Osmanlı, ecdat siyasetine hızla geri vitese takarak geri döndük… Abdulhamit’in yalnızlığı, tuğralı fincanlarda içilen çaylar, her siyasi manevraya Osmanlı siyasetinden devşirilmiş jargonlar… Kısacası yeni bir şey üretememenin hasılatı hazineden yemekti ve bu ülkede de yakın geçmişten daha büyük bir hazine yoktu.

Konuyu dağıtmadan lider kültünün -çok da bir hayrı görülmüş gibi- yeniden dirilişinde halkın ne istediğinden çok ne istemeleri gerektiğini kodlayacak siyasi bir karizma vardı.

Yakın tarihten hatırlayalım… Berlusconi, Putin ve Trump… Kimse onları demokratik veyahut etik liderler olarak tanımlamadığı için iktidara yükseleceklerini de bir ölçüde tahmin edemiyordu. Otoriter, paternalist ve gelenekçi oldukları için iktidar mücadeleleri sırasında kullandıkları kampanya sloganları, mevcut olayların gidişatını değiştirme fikriyle değil de ülkelerini hayal edilen ve geçmişe ait güzel günlerin yeniden getirileceği vaadiyle atıldı.

Bu söylemler ileriye değil “geriye dönük” bir siyasetle değişimi yaratma gerekliliğini vurguluyordu. Berlusconi “iyi yönetişim” diyordu, Putin “yeniden birlik ve düzen” Trump da “yeniden mükemmel” diyordu. Kısacası ileriye dönük daha iyi bir standardı değil, geçmişe dönük bir özlemi hatırlatan siyasetle seçildiler.
Bu Derrida’nın egemenlik tanımıyla da örtüşen bir vaziyetti;

“Egemenliğe özgü ve esas olan şey… Her belirlenebilir sınırın aşılması için doymak bilmez bir aşırılıktır. Yükseklikten daha yüksek, ihtişamdan daha görkemli, Önemli olan daha fazlasıdır…”

Lider kültündeki arzuların gitgide daha da katılaşması ve güçlenmesi, bu uğurda geçen süre boyunca farklı konumlar alınması gereği siyasetçi, kadim egemenliğini kaybetmeme uğruna artık arzusunun gerektirdiği her şeyi yapabilirdi. Bu icazeti kendisine veren de kendisinden daha muteber kimsenin olmadığı fikriydi.

İşte bu duygu bir süre sonra liderde otokrat bir bilinci sabitledi. Artık istediğini söyleyebilir, yapabilir, istediğinden cayabilir, istediğinden de vazgeçebilirdi ve bu hak kendisinde baştan uca vardı.

Tüm yazdıklarımı alıp bizim son dönemlerimize yapıştırabilirsiniz. Son 10 yılın bırakın iç politikasını, dış politika özetine bakacak olursak yazdıklarımda ne bir eksik ne de bir fazla olmadığını da görürsünüz. Her türlü geri adım muteber ve hikmetli, ne yapılsa doğru, daha da iyi bir bilen yok. Büyük lokmaları yutmaktan genzimize ham bir ayva oturmuş, gitmiyor. Alıştık da böyle yaşamaya, eğreti durmuyor.
Şimdi…

Arabalarda sticker olmuş Rabia işaretleri, seçim meydanlarında gökyüzüne kaldırdığımız dört parmak, artık Sisi’nin serilen halılar üzerinde yolladığımız uçağının ardından sallanan, baş parmağı çolak bir el. Mendiller elde, arkasından ağlanan Esma Biltaci 10 yıl öncesinde darbe esnasında ölmüş bir şehit, fakat hatırasına kalan bakiye yitirilmiş bir mazi, bir ahlak…

İnsan kahrından ölür de bizde de çıkmaz bir can var sahiden. Burada menfaat, konjonktür artık bir amaç değil, sağı solu belirsiz politikalar eşliğinde yitirilen küstüm oynamıyorumculuğun, başa işler gelince “gel barışalım”a dönüşmesi. Orta Doğu’yu okuyamayan, dış politikadan zerre anlamayan, gücünü yitirmiş bir bilinçsizliğin bizi getirdiği son nokta. “Yeteri kadar üzüldük, hayat devam ediyor” tesellisi ile her şeyin yoluna girileceğinin sanılması. Bomboş bir ticaret ne maddi ne manevi bir getirisi olmayan ve geçen onlarca yıl…

Esma Biltaci’nin ölmek üzereyken gördüğüm görüntülerinden sonra, o görüntülerin eşliğinde ağlayan lider de başka oluyor hatta egemen lider de başka oluyor demek ki. Bizim bu egemenliği anlayabilme imkânımız yok. Aradığımız omurgaya ulaşabilmek de mümkün değil.

Hasılı, egemenlik kayıtsız şartsız erkin olacaksa artık bizlere her geçen gün hayretlerden hayretlere gark olduğumuz o saflık, “daha fazlası olamaz” dediğimiz o garabet noktada durmak artık yakışmaz. Her an her şey olabilir.

Sana en sağlam hakaretleri eden tası toprağı verdiğin bir parti lideri olabilir, zamanında sana karşı de facto parti kurmuş insan hemen sağında oturan en HAS adamın olabilir, bir yerel seçim çalışmasında dahi dile doladığın, o sağlam mottoda ismi geçen “Binali mi Sisi mi kazanacak” diye canhıraş tehditlerle ağza aldığın liderin önüne kırmızı halılar serilebilir…

Bu egemenlik dediğin herkese her şeye yaptırır. Artık şaşırıyorsak da bize yazıklar olsun.

YORUMLAR (20)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
20 Yorum