İsmini adaletin sancağı yapan kadın: Gisèle Pelicot
Hazin, buruk ve acı dolu bir hikâyenin davası bugün sonuçlandı…
Gisèle Pelicot davası, Fransa’nın karanlık köşelerinden birisinde, insanlık onurunun, kadınlık gururunun ayaklar altına alındığı bir vaka olarak tarihe kaydedildi. Bu dava, sadece bir hukuk mücadelesi olmanın ötesinde, insanın düşebileceği sefaleti ve adalet arayışını temsil eden bir metafor gibi kıyamete dek hatırlanacak…
Mahremiyetin Katli ve Cehennemvari Gerçekler
Dominique Pelicot, nikahlı eşi Gisèle’i tam dokuza yakın sene boyunca uyuşturmuş ve onu, ahlâkın ve insanlığın asgarisine dahi taban tabana zıt fiillere maruz bırakmıştı. Ne yazık ki bu vahşetin sınırları bununla kalmadı. İnternetin karanlık çöplüklerinde temasa geçtiği elliden fazla erkekle birlikte bayılttığı eşi Gisèle’e istismarda bulundu.
Bu aşağılık olayları kaydetti, fotoğrafladı ve videolarla da arşivledi. Pelicot’un sırf bu şeytani arşivi, bir süreçte yaklaşık 3.800 görüntüyü içeriyordu.
Gisèle, bunca vahşeti ancak eşinin -tesadüfen- yakalanmasından sonra öğrendi. Hayatı boyunca sessiz ve sakin bir kimlik olarak yaşamış bu kadın başına gelen kahredici olayları duyduğunda tüm kamuoyu kendisinden edilgen bir hak arayışı beklemişti… Oysa o…
Hayatı boyunca sesi olan sessizliğini de yanına alarak Fransız mahkemeleri karşısında bir kahramanlık timsaline dönüşüverdi. En beklenmeyecek olanı yaptı ve kimliğini açıklamak istediğini, davasının da kamuya açık bir şekilde görülmesini talep etti.
“Mağdurlar değil, suçlular utansın!” mottosuyla bütünleşen birisi olarak cesaretiyle isismarla mücadelede sembol haline geldi.
3,5 ay süren dava sürecinin ardından mahkeme bugün, Dominique Pelicot’u “ağırlaştırılmış tecavüz” ve “örgütlü cinsel saldırı” suçlarından 20 yıl hapis cezasına mahkûm etti. Suça ortak olan diğer sanıklar da 3 ila 15 yıl arasında değişen cezalar aldı. Bu karar, her ne kadar adaletin tesis edildiği bir zafer olarak görülse de bu hain olayların önünü tamamen alabilecek miydi? Şüpheliydi. Gisele’in beklediği tüm toplumun yaşayacağı bir aydınlanmaydı.
Mukayeseli Bir perspektif: ya diğer mağdurlar?
Hindistan’daki Nirbhaya Vakası da istismarın en acı şeklini yaşayan bir genç kız ve erkek arkadaşının ölümle sonuçlanan şiddet mağduriyetini anlatan büyük bir olaydı. Hukuku süreç boyunca Hindistan’da başlayan ve dünyaya yayılan büyük protestolar oldu. Sürecin nihayetinde Hindistan’da kadın hakları mücadelesinde bir dönüm noktası gerçekleşti.
Toplumda kadınların güvenliği ve toplumsal cinsiyet eşitliği konularında farkındalığı arttırmak adına somut çalışmalar yapıldı. Hatta Netflix olaya sessiz kalamadı ve acı vakanın belgeselini yaptı. “India’s Daughter” isimli yapım, yönetmen Leslee Udwin tarafından çekildi ve 2015 yılında yayımlandı. Vakayı derinlemesine ele alan belgesel olayın trajik boyutlarını, toplumsal etkilerini ve Hindistan’daki cinsiyet eşitsizliği sorununu konu alıyordu.
Amerika’daki Brock Turner Skandalı, benzer trajedinin Amerika’daki versiyonuydu. Stanford Üniversitesi’nde öğrenci olan Brock Turner’ın, Chanel Miller’a istismarıyla ortaya çıkmıştı. Turner, jüri tarafından suçlu bulunmasına rağmen, yargıç tarafından yalnızca 6 ay hapis cezasına çarptırıldı, 3 ay sonra da serbest bırakıldı. Bu hafif ceza, adalet sistemindeki “ayrıcalıklı beyaz erkeklere yönelik çifte standartları” eleştiren geniş çaplı protestolara yol açtı. Mağdur Chanel Miller sessiz kalmadı. Mahkeme ifadesini kamuoyuyla paylaştı. Kendisini milyonlarca kadın okudu.
Bu büyük hukuk skandalı adalet sistemi, cinsel şiddet ve toplumsal eşitsizlik konularında mühim farkındalık yarattı, yasal düzenlemelerle birlikte “MeToo” isimli bir kadın hareketine de öncü oldu.
Me Too Hareketi, cinsel şiddetle mücadelede konusunda önemli bir yapı taşı olarak dünya genelinde tüm mağdurların hikâyelerini paylaşmasına olanak tanıyan küresel bir toplumsal dönüşümü tetikledi.
Ancak bu yazıyı yazmaya da vesile olan Gisèle davası, evlilik kurumunun kutsallığı altında gizlenen bir canavarlığı apaçık şekilde ortaya koyduğu için başka bir yere ataçlanıyor.
Gisèle Pelicot, kendisinin özelinde tüm dünya için, insanlığa kendisiyle hesaplaşması gereken bir ayna tuttu. Zira bu hikâye, sadece bir kadının trajedisini değil, toplumsal cinsiyet şiddetine dair kültürel ve sistemsel çürümüş bir yapıyı da işaret ediyor.
Kadına karşı uygulanan her türlü istismar ve şiddet mahkeme salonlarında son bulan bir mesele değil; vicdanlarda, sokağımızda, evimizde, eğitimimizde, hukuk sistemlerimizde devam eden bir muharebe olmak zorunda.
Ve mağdur değil suçlu utanmalı isminden. Tüm mağdurların tıpkı Gisele gibi sese ve dile geleceği korunaklı bir cesaret ortamı hazırlanmalı.
Gisèle’in duruşu hepimize bir sesleniş aslında. Haklı olan her şeye rağmen susmamalı.