İslam’ın Orta Çağı yoktu, Altın Çağı da uzun süremedi

Bilim ve sanat” Müslüman kadının ruhudur başlıklı önceki yazımda bu konuda yazmaya devam edeceğimi belirtmiştim. Belirtmiştim zira iddialı bir başlık altında sadece girizgahını yapabildiğim bir konu olarak kalmıştı.

Yazıya gelen yorumlar, bakış açıları farklı anlamlar içeriyordu. Kimisi oldukça genelleyici bir başlık olduğunu, kimisi başlıktaki iddianın tarih içerisinde gerçekleşemediğini, kimisi de Müslümanların bilim ve sanata olan katkılarının çok eskilerde kaldığını, aydınlanmadan sonra bu hamlenin tamamen batıya ait olduğunu söylüyordu.

Kısacası Müslümanlar uzun zamandır çok da dişe dokunur başarılar elde edemiyordu. Kendi dertleriyle boğuşmaktan, kendi hesaplaşmalarıyla baş başa kalmaktan, tabiri caizse birbirlerini yemekten ya da Siyonist işgalin pençesinde kıvranmaktan bunlara zaman mı kalıyordu. Müslümanlar hele ki kadınlar değil bilim sanat üretmek, kendi var olma sancılarıyla tebelleşmekteydi.

Bu yorumlar benim aksini iddia edebileceğim konular değil. Aksine mevcut halden en çok ızdırap duyan insanlardanım. İslam’ın neden ikinci altın çağını yaşamadığı benim de cevabını en çok merak ettiğim sorular arasında.

İslamiyet’in 9. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar süren Altın Çağı, bilim, sanat ve kültürün gelişmesini beraberinde getirdi. Oluşan bu muazzam bilimsel ve kültürel temel, en azından Erken Orta Çağ'ın başlarında durgunluk içindeki “Batı” ile karşılaştırıldığında oldukça yüksek bir irtifadaydı.

Müslüman bölgeler çok sayıda bilgin, matematikçi, doktor ve sanatçı yetiştirdi. Ve bu bilim insanları çalışmalarını gelecek nesle aktaracak ve bu buluşları, yenilikleri geliştirmeleri için kendi elleriyle yetiştirdikleri haleflerine devredeceklerdi. Çünkü ilim miras alınır ve miras bırakılırdı.

Evet hepimizin sorduğu soruyu ben de bu yazı aracılığıyla soruyorum ki bu bilgi zenginliği ve yüksek eğitimli insan sayısı, Altın Çağ'ı daha da uzatmak veya hemen ardından ikinci bir Çağ yaratmak için neden kullanılmadı?

Matematik ve bilimdeki bu tür ilerlemeler içerisinde, mesela 17.-19. yüzyılda Avrupa Rönesansında Doğu neden daha baskın bir konuma gelemedi.

Evet ruhu bilim ve sanat olan Nişaburlu yıldız bilimci Bibi Müneccime mesela, ki kendisi aynı zamanda XVI. yüzyıla kadar Türk Edebiyatında bilinen tek şairdir. Neden bu ilmi daha ileriye taşıyamadı?

Fatıma el-Fihri. Fas’ta açtığı Karaviyyun Medresesi, İslam dünyasında bilinen ilk üniversite ve en itibarlı dinî kurum olarak biliniyor. Orta Çağ’da bir kadının üniversite kurması bilime adanmış bir ruh haliydi de neden bu ruh can bedenden çıkar gibi çıkıverdi?

Bilinen ilk kadın astronom Meryem el İcliyye… Ya da mesela Endülüs’ün en büyük ve önemli kütüphanelerinden birisine sahip, Endülüslü Prens Ahmed’in belagat ve kafiye uzmanı kızı Ayşe. Yine 994 ile 1091 yılları arasında yaşamış Endülüs’ün en ünlü şairleri arasında sayılan, şiir ve retorik bilgisi ile herkesi hayran bırakan kadın şair ve âlim Wallada bint al-Mustakfi

Tıp alanında yine Tunuslu Türk Azize Osmana. Tıp Fakültesi açarak müzikle ruh hastalıkları tedavisini insanlığa kazandırmış bir kadınken neden adı da sanı da unutuldu?

Örnekler çok uzun. Yazı için araştırma yaptığımda ismini daha önce duymadığım fakat alanlarında çığır açmış nice Müslüman kadınla karşılaştım. Bu insanlar dinlerinin yaşattığı bir aydınlanmayla bu imkanları elde etti. Fakat sonra ne oldu… Kadın erkek bağlamında değil, genel anlamda bu irtifadan neden çekildik? Altın çağı yakalayabilecekken ve mimarı olacakken neden geriledik? Hepimizin merak ettiği konu burası.

Thomas Bauer de aynı konunun izini sürmüş ve “Neden İslam’ın Orta Çağı Yoktu? -Antik Çağ’ın Mirası ve Doğu”- kitabında bu soruların cevabını aramıştı.

Ona göre “Orta Çağ” olarak adlandırılan dönemde Avrupa’da kayıp kültürlerin yalnızca harabelerine rastlanırken, İslam dünyasında bayındır şehirler vardı ve bu şehirlerde hemen tüm bilimlerin bütün canlılığıyla gelişmeye devam ettiği de biliniyordu...

Bir Müslüman yazsa çok da ses getirmeyecek bir konuyu ele alan Thomas Bauer İslamofobik dünyanın tartışmasız ön yargısı “reforma ihtiyaç duyan İslami Orta Çağ” görüşü yerle bir ediyor.

Doğu’nun antik kentlerinde hamamlar, camiler, kiliseler ve diğer büyük taş yapıtlar ayakta kalırken, o dönemin Avrupa’sında bu eserler harabe haline gelmişti. Oysa Doğu’da hekimler Antik Roma’ nın en önemli hekimi olan Galen’in tıbbını devam ettirmişti. Doğa bilimleri ve edebiyatta birbirinden eşsiz eserler kaleme alınmıştı.

Olan aslında şuydu;

İslam dünyasında Avrupa’ya nazaran daha fazla zenginlik, kültürel himaye ve daha fazla etnik çeşitlilik vardı. Batı Hristiyan dünyasının şehirlerinin nüfusu binlerle ölçülürken, ki Paris ve Londra'nın o zamanki nüfusu 20.000’li rakamlardı, Bağdat'ın muhtemelen yüz binlerce vatandaşı vardı.

Batı’nın orta çağında hâkim olan, rahiplerin ve siyasi etkiye sahip kilise yapılarının hâkim olduğu akıl ve düşünme karşıtı dinsel hayat tarzı, modern bilimi sonuç verecek bir yola ancak aydınlanma ile erişti. Aydınlanmanın akla verdiği önem muharref Hıristiyanlık ile tabi ki telif edilemezdi ve aklın ve bilimin zaferi Batının dinsel yaşamının sonunu getirdi.

Ne var ki İslami öğreti temelini akıldan ve rasyonel teolojiden aldığı için bilim ile din hiçbir zaman köken olarak çatışmadı. Tarihin bize gösterdiği çatışma ise dinin yorumlanma biçimi ve dinden çıkar sağlayan grupların dini araçsallaştırmalarının bir sonucuydu. Aydınlanma sonrası hızla yükselen Batı düşüncesi ise kolonyalizmin getirdiği siyasi ve ekonomik üstünlükle İslam dünyasındaki bu düşünsel tembellik ve nemelazımcılığı kolaylıkla kendi üstünlüğünü pekiştirecek şekilde kullandı.

İşte o güne kadar Müslümanların ruhu Bilim ve Sanattı.

YORUMLAR (43)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
43 Yorum