Herkes dünyası kadar var
Herkesin bir dünyası var ve herkes dünyası kadar var…
Zira siyah var ise beyaz da var. Ve hatta gri de var ve diğerleri de var…
Bu neyin çatışması? Ben senden farklıyım… Sen de benden farklısın…
Evet farklıyız… Bundan tabii olan nedir?
Farklı gelecek beklentilerine sahip olunması kadar tabii ne olabilir?
Aslında herkesin bir dünyası var ve herkes dünyası kadar var… Çok klasik olacak biliyorum ama yine de ifade etmek isterim: Farklılıklarımız bizim zenginliğimizdir…
Tam da bu söylem toplumun tüm katmanlarında içselleştirildiğinde olayların seyri değişecek belki de…
Bugünün dünyasının sorunlarını çözümlemek için en başta birlik olmak gerekmiyor mu?
Hepimizin nihai amacı yaşam kalitesinin yükseltilmesi değil midir? O zaman toplumsal refahın kapılarının ardına kadar açılması için neler yapılabilir?
Bu soruları içselleştirerek başlanabilir doğrusu…
Gel gör ki, bu soruları içselleştirmeden önce yapılacak çok iş var sanırım…
Dün Karar Gazetesi’nde Ahmet Davutoğlu’nun röportajı yayımlandı. Röportajda Ahmet Davutoğlu önemli birçok konuya değiniyor. Özellikle yeni kurdukları “Gelecek Partisi” ile ilgili detayları anlatıyor.
Bu vesileyle Gelecek Partisi’nin yolu açık olsun…
Röportajda Davutoğlu’nun en dikkatimi çeken cümlesi şu şekildedir:
“Parti kuruldu bir aydır hiçbir ana akım medyada adımız geçmiyor. Saatlerce Gelecek Partisi’ni tartışıyorlar bir tane parti üyesini davet etmeye cesaret edemiyorlar. O gün parti kuruldu önemsiz magazin haberleri bile yer buldu haberlerde, birkaç kanal dışında parti kurulduğu haber bile olmadı. Ama sosyal medyada benim konuşmam 48 saat içinde kaç milyon kez izleniyor. Bu bir anormallik…”
Ülke genelinde siyasi bir parti kuruluyor ve birkaç kanal dışında partinin kuruluşu haber olmuyor. Ve fakat sosyal medyada milyonlar okuyor, izliyor…
Aslında bu somut örnek geleneksel medyanın geldiği noktayı gösteriyor. Ya da sosyal medyanın neden daha çok gündemi belirlediğinin cevabını veriyor sanırım…
Bu bağlamda son istatistikler gösteriyor ki, internete erişen insan sayısı yaklaşık olarak, dört buçuk milyarın üzerindedir. Bu da, dünya nüfusunun % 58,8’ine denk geliyor (Internet World Stats, 2019). Türkiye’de ise; Internet World Stats, 2019 verilerine göre; nüfusun % 83,3’ü internete erişim sağlayabiliyor. Ülkemiz, internet kullanıcısı sıralamasında, Avrupa’da 3. sırada yer alıyor. (Geçen yıl beşinci sıradaydı.)
Demek istediğim, artık sosyal medya diye bir gerçeklik var. Zira istenilen bilgiye insanlar bir o kadar yakın…
Dolayısıyla geleneksel medyanın herhangi bir haberi görmemesi akıntıya karşı gelmeden başka nedir?
Hele ki sanayileşme devrimini tam olarak tamamlayamadan bilgi toplumu olma yolunda uğraş verdiğimiz bu dönemde, değişime ayak uydurma çabası göstermemiz, asıl bilginin peşinde koşmamız gerekmez mi?
Diğer taraftan, dün “2019'da piyasa değerine göre en büyük 100 firma” raporu yayımlandı. Bu rapora göre, dünyanın en değerli 10 şirketinden 7'sini dijital teknoloji üzerine yoğunlaşan firmalar oluşturuyor. Aslında bu sonuç bile bilginin peşinde koşmanın ne denli değerli olduğunu gösteriyor. Bu bağlamda, Ekim 2019’da “Bir türbülansın içinde gibiyiz” konulu yazımda yaşadığımız bu dönemin resmini çekmeye çalıştım bir anlamda… Arzu edenler https://www.karar.com/gorusler/bir-turbulansin-icinde-gibiyiz-1359376 adresinden “Bir türbülansın içinde gibiyiz” konulu yazıyı okuyabilirler.
Son olarak, dün Financial Times Gazetesi’nde Google'ın CEO’su Sundar Pichai’nin teknolojinin riskleri ile ilgili bir açıklaması yayımlandı. Pichai, özetle, teknolojinin gelişiminin çok hızlı olduğunu ve yapay zekâ teknolojileri alanında yeterli regülasyonların olmadığını ifade ediyor. Özellikle yüz tanıma teknolojilerinde gerekli düzenlemelerin yapılmaması halinde birçok riskin oluşabileceğini belirtiyor. Teknolojinin kullanımı konusunda yeni kuralların yapılmasının önemli olduğunu vurguluyor.
Bu haberi özellikle belirtmek istedim. Zira dışarda teknoloji devlerinin yetkililerinin teknolojinin riskleri ile ilgili söyledikleri tartışılıyor, biz de ise geleneksel medyanın görmediği haber ya da haberler tartışılıyor…
* * *
Geçenlerde şöyle bir başlık gördüm: Mekânlar topluluğu oluşturuyor.
Bu durumda bizim nasıl mekânlarımız var? Ya da mekânlarımızda mı değişiyor?
Bir bakıyorsunuz, bir taraftan kahvesini yudumluyor bir taraftan telefonda ateşli bir şekilde karşısındakine cevap yetiştirmeye çalışıyor.
Ya da ön masada bilgisayarına gömülmüş, işini yetiştirme telaşında olan biri…
Diğer masada iş toplantısı… Birbirini dikkatle dinleyen insanlar… Ve etrafta olabildiğine gürültü…
Bir genç kızımızda üniversiteye giriş sınavı kitaplarını getirmiş, tüm bu kalabalığın, sesin içinde ders çalışıyor.
Nasıl bir değişim içindeyiz diye aklımdan geçirdim doğrusu...