Ferdi Tayfur’un ardından…
Ne acayip şu duygular… İçimizde taşıdığımız, bir türlü tam olarak dışarı yansıtamadığımız duygular.
Sanki Ferdi Tayfur’un ölümüyle birlikte kim de ne duygu varsa kolektif bir şekilde dışarı pat diye fırladı.
Bu vesileyle Allah’tan rahmet diliyorum. Yakınlarına, sevenlerine sabır diliyorum.
Duygular dışarı pat diye fırladı diyorum zira çoğunluk bu duygularla ne yapacağını bilemedi.
Bunun için sıkı Ferdi Tayfur hayranı olmanıza gerek yok. Açıkçası ben daha çok Sezen hayranıyım. Yalnız Arabesk dinlemem demiyorum, daha çok türkü severim.
Bir taraftan da her çıkanın, her sevilenin bir nedeni var elbet. Her olanın bir sebebi, bir kökü var elbet.
Yaprak bile on saniye önce değil de şimdi düşüyorsa her şeyin bir sebebi var elbet.
Ferdi Tayfur şarkılarının bu denli sevilmesinin de birçok sebebi var doğrusu.
Köyden kente göçün belirgin bir şekilde hissedilmeye başladığı 1970’lerin sonları bir taraftan da Ferdi Tayfur’un sesini iyiden iyiye duyurmaya başladığı dönemler. Bu süreç 80’li, 90’lı yıllarda artarak devam etti.
‘Bu göçlerin tamamına yakını plansız ve kontrolsüz bir şekilde olmakta ve kentler giderek dev köyler haline dönüşmektedir.’ (Torlak ve Polat, 2006)
Yani ne şehir şehir gibi ne de köy köy gibi.
Bir taraftan da yoksulluktan kurtulmak için bir umut şehre adımını atan kalabalıklar yeni yaşam alanına uyum sorunu gibi, küçük mahallelerde bir arada olmaya çalışma gibi, ekonomik zorluklar gibi birçok zorluklarla karşılaştı.
En çok da güzelim toprağından, tarlasından, bağından bahçesinden, gürül gürül akan suyundan, tertemiz havasından ayrılan yürekler ‘yalnızlığını’ bir türlü kapatamadı.
Geri dönse dönemez, kalsa şehrin bir parçası gibi değil. Arada derede geçen yıllar…
Bir anlamda ‘bulunduğu yere ait olmama’ hissi. Bu öyle hemencecik yazılıyor gibi görünse de kolay bir his değil.
İçinde dışlanma var, hiçe sayılma var, ezilme var.
İşte bu süreçte evlerde, dolmuşta, kahvehanede, berberde, bakkalda, manavda, pastanede, lastikçide yükselen ses Ferdi Tayfur idi ya da Orhan Gencebay, Müslüm Gürses idi.
Ferdi Tayfur’un Emmioğlu şarkısındaki “Ben de bu dağların nesine geldim / Meleşir kuzular sesine geldim / Bir garip ölmüş de yasına geldim / Geldim Emmoğlu” şu bölüm; ‘Bir garip ölmüş de yasına geldim’ niyeyse hep canımı yakmıştır.
Kolay değildir garip olmak…
Zengini, güzeli, genci, güçlüyü herkes sever, herkes peşinden koşar. Garip hep yalnızdır, kimsesizdir, adı üstünde gariptir.
Tayfur şarkılarıyla yalnızların gönlüne dokundu, acı çekenlere bir umut oldu.
Bildi bir kendi yalnız değildi, bir kendi çaresiz değildi. Öyle olsa Ferdi Baba bu şarkıları niye söylesin ki?
Dolayısıyla şehrin çeperlerinde garip değildi artık. Onun duygu dünyasının dili olan Tayfur’du, Gencebay’dı, Gürses’ti.
Sosyal medyadan Ferdi Tayfur’un 1993 yılında Gülhane Parkı’nda iki yüz bin kişiye verdiği konseri izledim.
Konsere gelenler şarkıları Tayfur ile birlikte yaşıyor gibiydi. Yalnızlığını iki yüz bin kişiyle birlikte paylaşıyor gibiydi. Artık bir yere ait gibi hissediyordu. O yüzden de hep bir ağızdan Tayfur’un şarkıları söyleniyordu.
Gelelim bugüne…
Ferdi Tayfur’un gidişiyle birlikte kolektif bir üzüntü yaşadık desem yanlış olmaz sanırım.
Bu noktada kolektif üzüntünün ardında ‘samimiyete özlem’ yatıyor olabilir mi?
O yıllardaki samimiyete özlem, yokluğun içinde parlayan candan ilişkiler, dayanışma duygusu, kıymet bilme vs.
Öte yandan şimdi bir bakıyorsunuz dilinden din ile ilgili sözler düşmüyor. Ama gerçekte yaşamına bakıyorsunuz. Tam bir yalanın içinde. Hırsızlık desen var, hak yeme var, yalan var, var da var… Bildiğin yalan dünya.
Velhasıl bu dönem de bitecek tıpkı diğer dönemlerin bittiği gibi…