2024’ün ardından
2024’e siyasi ve jeopolitik düzlemlerde 2024’ü aşan “kırılmalar” senesi desek yeridir.
İktidar ve muhalefetin zoraki yeniştiği 2023’ün dengesini 2024’te seçmen yerel seçimler ile kurdu. 31 Mart’ta CHP’nin birinci parti olması, AK Parti’nin çıkış noktası olan mahalli yönetimleri büyük bir darbe ile kaybetmesi siyasette 22 yıllık dengeyi tersyüz etti.
AK Parti’nin kendisinden sonra gelen iki partinin toplamından büyük olduğu, gelecek seçimi kazanacağı algısının muhalefeti bile etkisi altına aldığı hegemon parti dönemi 31 Mart akşamı sona erdi. İktidarın kaybı muhalefetin yükselişi yerel seçimlerden sonraki araştırmalarda “yarın parlamento seçimleri olsa” sorularında da aynı sonuç çıkınca daha da perçinlendi.
CHP’nin iç gerilimleri, muhalefet aktörlerinin neredeyse iktidar kadar birbirlerini hedef almaları ile seçmenin zihni arada karışsa da 2024’ün kurucu siyasi hikayesi hâlâ yerel seçim sonuçları. Kaldı ki 31 Mart dalgası aslında çok daha uzun bir birikimin sonucuydu. 2023 seçimlerinde muhalefetin Kılıçdaroğlu özelinde yanlış aday seçimi ve Altılı Masa’nın problemli mimarisi nedeniyle “ötelenen” toplumsal tepki kendisini yerel seçimlerde görünür kıldı. Dolayısıyla değişimi sadece belediye başkanları ile sınırlı görmek, seçmenin iktidara mesajı başlığına indirgemek kolay değildi. Bugün de bu geçerli.
Dikkat edilmesi gereken başka bir nokta ise Türkiye’de sistemin doğasının değişmiş olduğu. Başkanlık sisteminde birinci parti olmak ya da birbirine yakın en büyük iki partiden biri olmak cumhurbaşkanlığı seçimlerinin kazanılacağı anlamına gelmiyor. Aktörlerin partilerinden daha fazla önem taşıdığı bir sistemde parlamento aritmetiği Beştepe’yi belirlemeye yetmeyebilir. 2024’ün muhalefet açısından olumlu mesajı iktidarın güçlü egemenliğini sona erdirmekse olumsuz çıktısı da seçmeni ikna edecek muhtemel aktör üzerinde henüz bir mutabakata varamamış olması.
Sene sonu gelirken kalıcılığı kanıtlanmamış dalgalanmalar yaşansa da iktidar ile muhalefet arasındaki bu ana fotoğraf sabit durumda. Birinci parti değişse de iki kamp son yirmi yıla göre çok daha eşit bir dengede ilerliyor.
2024’ün ikinci kırılma noktası ise MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Öcalan çıkışı idi. 1 Ekim’de daha çok Bahçeli’nin ikili ilişkilerde şaşırtmayan nezaketi ile başlayan süreç beklentileri aşan bir noktaya geldi.
Bahçeli’nin her grup toplantısında daha ileri taşıdığı çıta ile Erdoğan’ın söylem ve eylem olarak iki farklı tutum ile dengelediği süreç iktidarın kendi içinde bir tenis maçına evrildi. Erdoğan meclis kürsülerinde koalisyon ortağını sahiplenip ertesi gün atadığı kayyımlar ile sürecin kendi kontrolünden çıkmasına izin vermedi.
İflah olmaz “kesin bir devlet aklı var”, “birbirleriyle anlaşmadan bu açıklamalar yapılmış olamaz” kanaatleri sene biterken havada asılı durmaya devam ediyor. Sürece dair tereddüt ifade etmenin “aman iyi bir şey olmasın” diye okunmasının anlamsızlığı bugün itibariyle dört ayını doldurdu.
Zor değil, Suriye’deki gelişmelerle süreci “Reis bugünü bekliyordu demek ki” başlığının altına yerleştirmek mümkün. Ancak Öcalan’ın İmralı’dan çıkıp aktörleşmesine iktidarın sıcak baktığına dair net bir emare hala yok. Hatta Şam’daki iktidar değişikliği ve YPG’nin jeopolitik sıkışması Ankara’nın önüne Öcalansız da kazanacak alternatifleri koymuş durumda. PKK’nın alanının daraldığı, Suriye’de iktidar değişikliğinin Erdoğan lehine bir psikoloji oluşturduğu dönemde iktidar muhtemel bir süreci zamana yayabileceği fazladan bir enerji bulmuş durumda.
Senenin kapanmasına bir aydan az bir zaman kala 2024’ü aşan jeopolitik kırılma ise güneyimizde yaşandı. 1971’den beri devam eden Esad rejimi 28 Kasım’dan 8 Aralık’a kadar kimileri için gerçek olamayacak kadar olumlu kimileri için ise bir korku filmi gibi ilerleyen muhalif güçlerin operasyonu ile devrildi.
En az beş yıldır “Esad kazandı, Türkiye kaybetti” diye başlayan derin analizler bir anda kızgın güneşin altındaki kardan adamlara döndü. Türkiye ne kazandı, ne kadar kazandı bunu tam olarak görmek için hala önümüzde zaman var ama Esad’ın ve İran ile Rusya dahil onu destekleyenlerin kaybettiği bir zamandayız.
Suriye’de iç savaş başladıktan sonra her üç ayda bir Şam’a gidip “Suriye’de her şey ne kadar güzel gelin bakın” haberleri yapanlar 8 Aralık öncesinde dünyanın gözü önünde işlenen yarım milyonluk cinayetlere sessiz kalmaları yetmezmiş gibi Esad’ın devrilmesinden sonra ortaya çıkan toplu mezarlara bile söz söyleme erdemini gösterebilmiş değiller.
Mezhebi ya da ideolojik motivasyonunun dışında profesyonel, sistematik ve acımasız bir katliam ve tecavüz rejimini göz göre göre savunabilenlerin en azından utançlarından susacaklarını düşünmek makul bir beklenti. Bunun yerine Suriye’deki potansiyel bir istikrarın meşruiyet zeminini boşaltma çabası insanlık tarihinin ibret sayfalarında yerini almaya başladı bile.
Böylesi büyük bir kırılmadan sonra Suriye’yi kaçınılmaz riskler bekliyor. Bu risklerin yönetilmesi hem Türkiye’nin hem Suriye’nin çıkarına. Dileyelim ki coğrafyamızda İsrail başta olmak üzere kan dökmek için gerekçe bulmakta zorlanmayan aktörler varken Suriye zaman içerisinde istikrarlı, kapsayıcı ve müreffeh bir geleceğe kavuşsun.