Kiracı mısınız, ev sahibi mi?
Neredeyse her yazıda altını çiziyorum. Bu yazıda da çizeceğim.
Ekonomi bir karar bilimidir. Kararların nasıl verildiğine ilişkin çalışır. Ekonomi yönetimi de bu tanım itibariyle bir karar yönetimi ustalığı gerektirir. Kimlerin kararları?
Aslında hepimizin.
Tüketiciler mesela. Neyi, ne kadar tüketecekler, ne kadar harcama yapacaklar, gelirlerinden ne kadarlık bir kısmı tasarruf edecekler? Bütün bunlar aslında biz tüketicilerin sürekli bilinçli ya da bilinçaltında verdiği kararlarla şekilleniyor.
Ya da üreticiler! Hangi maliyetlere katlanacaklar, üretimi ne ölçüde arttıracaklar, yatırım yapacaklar mı? Her gün onlarca, yüzlerce karar veriyorlar!
Devlet de böyle. Ne kadar gelire ihtiyacı olacak, hangi yatırımları yapacak gibi birçok karar da devlet adına seçilmiş hükümetler tarafından veriliyor.
Bütün bu kararların veriliş süreci ise bir sürü değişkenle ilişkili. Ancak o değişkenlerden bazıları var ki bu değişkenlerde denge bozulduğunda bütün karar mekanizması felce uğruyor. O değişkenlerin başında da enflasyon geliyor.
Enflasyon, tüketicilerin de üreticilerin de devletin de kararlarını etkiliyor. Karar verme sürecindeki beklentileri değiştiriyor. Öte yandan beklentiler ve enflasyon arasında çift taraflı bir ilişki var. Enflasyon beklentileri, beklentiler de enflasyonu etkiliyor. Ancak maalesef birçok konuda olduğu gibi bizde bu nedensellik ilişkisi de tek yönlü ele alınıyor.
Yani işin beklentiler neden, enflasyon sonuç kısmı daha etkinmiş gibi bir yaklaşımları var. Oysa ki geldiğimiz nokta da tam tersi bir durum oluştu.
İşte bu yüzden de tıpkı faiz-enflasyon ilişkisinde olduğu gibi burada da daha dar bir bakış açısı ile politika geliştiriyorlar. Başta Hazine ve Maliye Bakanı olmak üzere ekonomi ile ilgili tüm hükümet yetkilileri iyimser beklentiler oluşturmak adına sürekli “her şey iyiye gidiyor” mesajı veriyorlar. Elbette beklentileri iyileştirmek önemli. Ama o beklentileri iyileştirmeye söz söylemek yetmiyor.
Hükümetin söylediğinin aksine sürekli fiyatlarda artış gören-tüketiciler ve üreticiler bu söylemlerden etkilenmiyor. Bilakis söylemler gerçekle uyuşmadığında daha da olumsuz bir hava oluşuyor. Hükümet de KDV indirimleri ve beklenti yönetimi dışında enflasyonu iyileştirecek somut adımlar atmayınca, bu kez ikinci nedensellik ilişkisi daha belirleyici oluyor.
Anlayacağınız enflasyon arttıkça, ekonomi yönetiminin söylemine bakılmaksızın beklentilerdeki olumsuz hava artarak devam ediyor.
Bakın gündelik hayatımızdan bir örnek vereyim.
Son dönemde en çok konuştuğumuz konulardan biri konut kiraları. Yeni ev tutmak zaten oldukça yüksek kiralar ödemeye razı olmak demek. Mevcut kiracılar da zaten gelirleri enflasyon karşısında eridiği için zorlanıyorlar. Kira artışının üst limitini belirleyen 12 aylık TÜFE ortalaması kadar kirayı arttırmak bile büyük sıkıntı yaratıyor. Gelecek döneme ilişkin beklentiler de olumsuz olduğundan kiracılar mümkün mertebe kira zamlarını düşük tutmak için ellerinden geleni yapıyor.
Diğer yandan ev sahipleri de başka bir açmazın içerisinde. Mevcut üst limitten kira artışını kabul ettiklerinde önümüzdeki döneme ilişkin belirsizlik nedeniyle gelir kaybına uğramış gibi hissediyorlar. Kiracıdan tahliye istemek de birçok ev sahibi (fırsatçıları hariç tutuyorum) için etik bir karar olmadığından tercih edilmiyor.
Her geçen gün gerilim de artmaya devam ediyor.
Örnekte gördüğünüz gibi enflasyon-beklentiler dengesi bozulduğunda ev sahibi ve kiracı arasındaki ilişkideki bozulmaya benzer bir şekilde tüm tüketici-üretici ilişkileri de bozuluyor.
Böyle bir ortamda Hazine ve Maliye Bakanı’nın yaşananlar geçici, biz ekonomiyi kurtardık demesi bozulan dengeleri yeniden kurmaya yetmiyor.
Yani laftan fazlası gerekiyor. Tüm karar birimlerinin iyileşmeyi görmeleri ve bu iyileşmenin kalıcı olacağına inanmaları gerekiyor. Ancak o zaman beklenti yönetimi işe yaramaya başlıyor.
**
Malumunuz bizim her olay için oldukça özlü atasözlerimiz vardır. Bu meselede de atalarımızın söylediği çok güzel bir söz var. “Lafla peynir gemisi yürümez!” Ne kadar haklılar değil mi?