Post-truth: Hakikati tezviratla takas etmek
1990’lı yılların ilk yarısında İslamcı entelektüeller modernizmle yatar modernizmle kalkarlardı. Nitekim modernizm eleştirisi konusunda dersine iyi çalışan Abdurrahman Aslan, Ali Bulaç, Ömer Çelik gibi bir grup İslamcı entelektüel Bilgi ve Hikmet isimli derginin 1993 yılında yayımlanan dört sayısında “İslam’ın Modern
Dünyaya Cevabı Nedir?”, “İslâm ve Protestanlık”, “İslâm ve Modern/Ulus Devlet”, “İslâm ve Modern Kimlikler” gibi konuları
tartışmışlardı. Yine aynı yıllarda Trabzon’da Gelecek Dergisi etrafında öbeklenen Ahmet Ayvacı, Eyüp Köktaş, Haydar Usta gibi başka bir grup İslamcı da gelenek ve modernlik üzerine hararetli
tartışmalar yapıyorlardı. Hatta moderniteye direnmenin pratiği babında çamaşır makinası, buzdolabı gibi teknolojik aygıtlar kullanmanın cevazı bile ciddi ciddi tartışılıyordu. Ne var ki aradan geçen zaman içerisinde modernite hepimizi kendi ilcaatına tav’an veya kerhen boyun eğdirdi. Bu sebeple, 1990’lı yıllardaki yeminli modernizm karşıtlarından hemen hiçbiri ilerleyen yıllarda gitgide ağırlaşan modernitenin ilcaatına direnme hususunda bir “mandıra
filozofu” iradesi sergileyemedi. Dahası, İslamcı entelektüeller taifesi o gün bugündür Batı dünyası, aydınlanma, kartezyen felsefe gibi klişelerle modernizme saydırmaya devam etse de modernitenin
icaplarına intibak hususunda seküler çevrelerle yarışabilecek bir kıvraklığa sahip olduklarını gösterdi.
Biz modernlik ve moderniteyi kendi merkezinden ve iç dinamiklerinden üreten bir toplum olmadığımız için, modernlik sonrasını ifade eden post-modernizm meselesini de oldukça geç kavradık. Fakat yine de modernizm evresinde köşeli ve sert biçimde
savunulan fikirlerin post-modernizm evresinde ovalleştiğini ve yuvarlak hâle geldiğini anlamayı başardık. Post-modernlikte yerellik değil, küresellik revaçtaydı. Tek bir dünya içinde çeşitlilik ve çoğulculuğu savunmak lazımdı. Artık evrensel ve nesnel gerçeklik diye bir şey yoktu. Fakat yine de iyi-kötü bir gerçeklik tasavvuru vardı; dolayısıyla post-modernlik “Ne olsa gider” mottosunda karşılık bulan bir anlayışın mutlak hükümferma olduğu bir döneme karşılık gelmiyordu.
Ama gelin görün ki bugünkü dünya öyle bir raddeye ulaştı ki “hakikat” denen şey neredeyse tamamen buharlaştı. Hâlen içinde
bulunduğumuz bu garip durum “post-truth” (hakikat sonrası) tabirinde karşılık buldu. Post-truth tabiri ilk kez 1992 yılında Sırp-Amerikan oyun yazarı Steve Tesich’in The Nation dergisinde Körfez Savaşı hakkında yaptığı bir yorumda kullanıldı ve Ralp Keyes’in 2004’te yayımlanan “The Post-Truth Era: Dishonesty and Deception in Contemporary Life” isimli kitabında kavramsallaştırıldı. Tabirin ön plana çıkması ise özellikle ABD’deki son başkanlık seçimi ve İngiltere’deki Brexit referandumu süreçlerinde yaşanan tuhaf tartışmalarla vuku buldu.
“Nesnel hakikatlerin belli bir konuda kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu”nu ifade eden posttruth tabiri ilk etapta hakikatin çarpıtılıp itibarsızlaştırılması gibi bir anlam içerir. Hakikatin özsel değerinin beş paralık edilmesinde birçok faktörden söz edilebilir; ancak bugünkü sosyolojik vasat itibariyle en etkili faktör sosyal medya mecralarında peyda olan trollük müessesesi gibi görünmektedir. Bu müessesenin kadrolu elemanları konumundaki troller özellikle siyasi manipülasyon ve hamiyet-i dîniyye süsü verilmiş linç kampanyaları gibi mülevves işlerde üstün başarı göstermekle mümeyyizlerdir. Örnek vermek gerekirse, bir grup troll “Filan İlahiyatçı profesör Kur’an’a Muhammed’in uydurmasıdır dedi” şeklinde bir paylaşımla linç kampanyası başlatabilir. Algı virüsünün toplum sathında behemehâl faaliyete geçtiği bu safhadan sonra bahis konusu İlahiyatçının gerçekten ne dediği veya böyle bir şey söyleyip söylemediği meselesi hiç mi hiç önemli değildir. Kaldı ki hakikat kimsenin umurunda da değildir. Sosyal medya vatandaşlığına göre hakikat iki satırlık tweette ne söylenirse ondan ibarettir. Bu vatandaş prototipinde en insaflı denebilecek kesimin hakikatle ilişkisi ise linç kampanyasına kurban giden ilahiyatçının Kur’an vahyi hakkında
bugüne kadar ne yazıp çizdiğini veya ne söylediğini araştırıp işin gerçeğini öğrenmek yerine, “Hoca, sen böyle bir şey dedin mi demedin mi?” gibi mesajlarla siygaya çekmekten ibarettir.
Hâsıl-ı kelam, “post-truth” demek hakikatin postunun delik deşik edilmesi, dolayısıyla hemen her türlü insânî ve ahlâkî duyarlılıkla ilişiğin kesilmesi demektir. Post-truth demek hakikati tezviratla takas edilmesi demektir. Post-truth demek insanın kendi uydurduğu yalana inanması demektir. Artık gündelik hayatta yalancılık, yalakalık, kaypaklık gibi reziletleri olağan davranışlar gibi algılar hale geldiğimiz için hakikatin değerini beş paralık etmekten de rahatsızlık duymamamız gayet tabii olsa gerektir. Hakikati aramak ve ona talip olmak insânî mevziimizi kaybetmemeyi gerektirdiğinden, çok zor ve meşakkatli bir iştir. Fakat Ahmet Murat Aytaç’ın Ayrıntı Dergi’nin “Yalan” dosyasındaki söyleşisinde çok güzel ifade ettiği üzere şunu da unutmamak gerekir ki “yalan sadece hakikatle savaşmaz; onu taklit eder, onun yerini almaya çalışır. Bu yüzden, hakikatin kendinden menkul bir enerjisi yoktur; hakikati savunmak gerekir. Aksi takdirde ‘yalan’ dediğimiz şey, bir gün ‘hakikat’in ta kendisi olacaktır.”