‘Bu iş bizden geçti’ diyenler için...
Hayat yolundaki belli başlı duraklarda insanın sadece birkaç kez ikbal treniyle karşılaştığı ve bu tren kaçtığı takdirde ikbal ve istikballe ilgili beklentiler ve ümitlerin ham hayale karıştığı yönünde yaygın bir düşüncemiz vardır. Bu karamsar düşünce, “Çıkmadık candan ümit kesilmez” sözündeki görece iyimserliği bile buharlaştırır. Aklın rehberliğinde rasyonel olana yönelmekten ziyade, genellikle yoğun duygu ve coşkunun refakatindeki irrasyonellikle hareket etmeyi seven insanımız hayattaki imkânlar ve fırsatların pek çoğunu ıskalamış olmaktan yakınır ve muhtemelen tembelliğin konforundan vazgeçmemek için, çalışıp didinerek yeni fırsatlar kovalamak yerine “Bu iş bizden geçti” bahanesine sığınır. Ne var ki hayatımızda bir şeylerin değişeceğine inancımız kaybolduğunda enerjimiz biter, isteksizlik başlar ve zaman boşa akıp gider. Bu durumda, yaşayacaklarımızı ertelediğimiz gibi yaşam hevesimizi de çok büyük ölçüde kaybederiz. Oysa hayatta hiçbir şey için geç değildir.
***
Bu gerçeği hem İslam ilim tarihinden ve hem de kendi hayat hikâyemden anekdotlarla örneklemem mümkündür. Mesela, ilmine ve düşünce sistemine derin hayranlık duyduğum İmam A’zam Ebû Hanife 1200 küsur yıl önce ticaretle uğraşan varlıklı bir ailenin çocuğu olarak yıllarca kumaş tüccarlığı yapmış ve âlim akranlarından çok sonra ilim hayatına adım atmıştır. Fakat sonuçta İmam Şâfiî tarafından, “İnsanlar fıkıhta Ebû Hanîfe’nin evlâd ı iyâlidir” diye anılmayı ve ilim sahasında “en büyük imam” olmayı başarmıştır. Üstelik son derece ilkeli duruşu ve zalimler karşısında eğilmez başıyla ismini tarihe kazıtmıştır. Hıristiyan dünyada da birçok meşhur isim bazı alanlarla ilgili ilmî hayata 40-50 gibi yaşlarda adım atmış ve fakat tutkulu şekilde çalışarak kendilerinden yıllar önce o alanlarda dirsek çürüten çağdaşlarını geride bırakmıştır. Mesela, Şubat 1941’e kadar Londra’da, Ocak 1944’e kadar Edinburgh’ta papazlık yapan ünlü müsteşrik Montgomery Watt Free Will and Predestination in Early Islam başlıklı doktora tezini yaklaşık 35 yaşlarında tamamlamış ve hepsini daha sonraki yıllarda kaleme aldığı Muhammad at Mecca, Muhammad at Medina, The Formative Period of Islamic Thought gibi eserlerinden bir kısmındaki bilgi, görüş ve değerlendirme seviyesi hâlen aşılamamıştır.
Kendi hayatıma gelince, ilmî ve akademik dünyaya adım atmam 1987 yılında başlayan öğretmenlik görevimin ancak onuncu yılında mümkün olmuş, tefsir alanında yüksek lisansımı tamamlamam ise aşağı yukarı, “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” dizesindeki tarihlerde vuku bulmuştur. Yazmaya başlamam da yine aynı tarihlerde olmuştur. Aslında benim okuma ve yazma hikâyem, “Hiçbir şey için geç değildir” sözündeki doğruluğun somut karşılığıdır. “Bu iş bizden geçti” diyenlere, “Hayır, geçmedi” mealinde bir motivasyon olsun diye dramatik okuma/yazma hikâyemi anlatmam faydalı olacaktır. “Arkası haftaya” tarzında yayımlanacak olan hikâyeme “okumak”tan daha zor bir iş olan “yazma” kısmından başlamak -muhtemelen- motivasyon düzeyini arttıracaktır. Son haftalardaki polemik türü yazılarımızdan usanan pek çok okurumuzun “Hele şükür!” demesine de vesile olacağını umduğum yazma hikâyem şöyle başlamaktadır:
***
Kitaplarla tanışmam ancak üniversite yıllarında mümkün oldu. Yazmaya başlamam ise çok daha geç bir dönemde vuku buldu. Ortaokul ve lise yıllarında ders kitapları ile Teksas, Tommiks gibi çizgi romanlar haricinde tek satır kitap okumadığım için, tek satır yazı da yazmadım, yazamadım. O yıllarda ne okumaya ne yazmaya merak duydum. Babam ilkokul mezunu olmasına ve Giresun Aksu-Seka Kağıt fabrikasında işçi olarak çalışmasına rağmen bıkıp usanmadan tefsir okurdu. Eskiler “Armut dibine düşer” demiş; ama gelin görün ki bizim armut kendi ağacının dibine değil, hayli uzağa, yani sabahtan akşama kadar sokaktan geri gelmeyen, bir dilim yağlı ekmekle akşam eden çocukluk arkadaşlarımın arasına düştü.
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda futbol oynamaktan öyle büyük bir zevk alır, öyle mutlu olurdum ki bazen Allah dünyayı gazozuna futbol maçı oynansın diye yarattığı vehmine bile kapılırdım. Kendi hayat tecrübemden hareketle diyebilirim ki her ne kadar teolojik gerçek bambaşka olsa da dünya sanki çocukluk ve çocuklar için yaratılmıştır. Çocukluk fani dünyanın cennetidir; sonrası çoğunlukla dert, tasa, gam, keder, mihnet olduğu için, bir bakıma cehennem ve azap gibidir. Ben çocukluk cennetinde yaşayanlardan biriyimdir. İşin gerçeği, çocukluğumu “ağır abi” edasıyla yaşamaya çalışmadığım, özellikle 1970’li yılların sonlarında MTTB ve Akıncılar Teşkilatı’ndaki İmam-Hatipli birçok ağabeyim gibi “Tek Yol İslam” deyip Sakarya şiirini okuyarak memleketi, milleti ve ümmeti kurtarma işine pek merak salmamış olmamdan nedamet duymuyorum. Yine ben hiçbir zaman dinî/millî kahraman ve büyük adam olma hayali kurmadığım gibi, hayat hikâyesine, “Dört-beş yaşlarında hıfzını tamamlamış, temyiz çağında iken Arap dili ve belagatini yutmuş...” tarzındaki ifadelerle başlanan biri olamadım diye de hayıflanmıyorum. Ben geçmişte olduğu gibi, bugün de kendi çapımda ilkeli/dürüst bir insan olma ve yapmam gereken işi en iyi şekilde yapma gayretiyle yaşıyorum...
Devamı haftaya...