Yeniden ‘Avrupalı Türkiye’ nasıl mümkün olabilir?
Her defasında olumlu rüzgar esintisi hissettiren ama arkası gelmeyen Batı’yla iyi ilişkiler serüvenine bir kez daha girmiş gibi görünüyoruz. Daha fazla Avrupalı dil ve açıktan AB üyeliği talebiyle desteklenen; en azından söylem düzeyinde yeni bir sürecin kapıları açılıyor. Son NATO Zirvesi, bu yolun işaretleriyle doludur. Cumhurbaşkanı Erdoğan; İsveç’in NATO üyeliğine onay vererek, Rusya gibi en yakın dostumuzun arzusu hilafına Ukrayna’nın üyeliğe davet edilmesinde ittifak üyeleriyle aynı seviyeye gelerek, ABD Başkanı Biden’la hem yeni bir süreç başlatmak arzusunu, hem de yalardır yaptığı görüşmeleri bir ısınma turu olarak tanımlayıp, yeni sürece çok hazır olduğunu dile getirerek birkaç adım birden attı.
Elbette, mesele Avrupa Birliği üyelik sürecine dönüş olduğunda atılması gereken adımlar daha teknik ve yorucu bir mesai gerektiriyor ama öncekiler gibi akamete uğramazsa Erdoğan’ın yeni pozisyonu da yabana atılamaz. Çünkü bunu, ilk kez Rusya’nın ne düşüneceğini umursamadan ve hem Rusya hem Ukrayna ile görüşebilen liderlerden birisi olmak kapasitesini riske atarak yapıyor.
Gayet tabi iki içeride ve dışarıda Erdoğan’ın AB ve ABD ile ilişkiler konusunda ne kadar samimi olduğu ve aynı zamanda Rusya (Putin) ile orantısız ilişkilerinden ne kadar feragat edebileceği soruları bir şüphe eşliğinde beliriyor. Daha iki ay önce, seçim sürecinde Kılıçdaroğlu Rusya’yı eleştirdiğinde, “Putin’e saldırırsan buna eyvallah demem” diyecek kadar Rusya Devlet Başkanı’na aşırı bir yakınlık göstermekten geri durmamıştı. Bugün bu yakın ilişkiyi elbette koparmak ya da zayıflatmak değil ama normal seviyeye sabitlemeye hazır mı? Tahminde bulunmak zor.
Erdoğan, Avrupa ve ABD ile ilişkilerin ne manaya geldiğini ve nasıl yoluna gireceğini bilen bir liderdir. İktidarının ilk 10 yıllık döneminde dış politikaya hakim olan Avrupalı renk de bu sayede mümkün olabilmiştir. Ayrıca, Türkiye’nin başka ekonomi sahası olmak üzere, ticaret, dış ticaret, finans, yabancı yatırımlar, turizm, teknoloji, sivil toplum ve sosyal kalkınma üniteleri ile tarım ve lojistik gibi konularda en büyük ortağı -bazı alanlarda yüzde 50, bazılarında daha fazla oranda- AB ülkeleri, genel olarak Avrupa ve ABD’dir. Bu yakın ilişki Türkiye AB ile pozitif ajandaya sahip olduğu dönemde gelişmiş, ajanda negatife döndüğünde de ağırlığını korumaya devam etmiştir. Euro bölgesiyle dış ticaretimiz yüzde 50 düzeyindedir ve AB bölgesi ihracatımızda birinci sıradadır. Bazı yıllar dış ticaret fazlamız vardır. Buna ilaveten, dış borç tedarikimizin yüzde 70’den fazlası bu ülkelere ait fon, finans kurumları ve bankalar tarafından karşılanmaktadır. Yani, Türkiye’nin Batı’yla -Avrupa ve ABD- ilişkileri bir tercih değil verili bir durumdur. Ekonomik açıdan da alternatifi yoktur.
Rusya veya Çin veya ikisi birden Türkiye için böyle zengin ve karşılıklı çıkar üreten pazar olma imkanına sahip değildir. Nitekim iki ülkeyle dış ticaretimiz sürekli olarak aleyhimize dış ticaret açığı üretmektedir.
Rusya’nın Türkiye’ye ihracatı ağırlığı petrol ve doğalgaz olarak 21 milyar Dolar, ithalatı ise 4,9 milyar Dolar’dır. Çin ise, doğalgaz ve petrol olmamasına rağmen bize 32,2 milyar dolarlık mal satmakta ve bizden sadece 3,2 milyar dolar ithalat yapmaktadır. İki ülkeye verdiğimiz yıllık dış ticaret açığı 45 milyar Dolar’ı bulmaktadır.
Avrupa ve Asya ile ekonomik ilişkilerde tablo böyle… Erdoğan’ın son haftada yeniden dile getirdiği “Batı ile iyi ilişkiler” niyeti esasen zaten siyasi olarak son yıllarda zayıflamış olsa da ekonomik açıdan Avrupa’yla oturmuş güçlü zeminin doğal sonucudur. Ama bu zemini geliştirmek; yani daha fazla ticaret yapmak, daha ucuza borçlanmak ve artık tamamen nabzı atmaz hale gelen doğrudan yatırımları canlandırmak için sadece iyi niyet ve temennilerin yeterli olmadığını da en iyi kendisi biliyor.
Avrupa ve ABD’nin cesaret Türkiye’yi kazanmak için verici adımlar atması; Türkiye’nin de bütün müktesebatıyla AB yolundaki sorumluluklarıyla yüzleşmeye geri dönmesi gerekiyor.