Sistemin gözündeki perde kalktı mı?
Malum istifanın ardından esmekte olan iyimserlik rüzgârları insanı karamsarlığa sürüklüyor. Hukuku, şeffaflığı, gerçekliği, piyasa şartlarını, doğru adamlarla çalışmayı, farklı sesleri dinlemeyi, rakamları sorgulamayı hatta ve hatta reformlara dönmeyi bu yolla keşfetmek karamsarlık yaratmasın da ne yapsın? Nasıl bir sistemimiz var ki iki kere ikinin dört ettiğini görebilmek için bile bir siyasi krize ihtiyaç duyuyor? Normal yürüyüşte, günlük rutinde bütün fikirlere kulak tıkayan, o fikir sahiplerine ihanet yaftası yapıştıran; en küçük eleştiriye olmadık hakaret ve baskıyı reva gören sistem bir sabah aydınlanmayla uyanıyor. Gel de aydınlan!
Bu ülkeye lazım olanı söylemekten yorulan o kadar çok yazar, siyasetçi, akademisyen; kurum, kuruluş var ki onların ürettiği değere senelerdir direnen sistemin aydınlanması, hakikati görmesi, üstüne bunu reform diliyle terennüme başlaması sevinçten uçmak yerine evvela durup düşünmeyi gerektirir.
Türkiye sahip olduğu muazzam potansiyele ve dünya konjonktürünün sunduğu benzersiz fırsatlara rağmen nasıl bu kadar geriledi? Parası tükendi, faizi arttı, yatırımı azaldı, ekmeği küçüldü, işsizi yığıldı… Nasıl?
Hukukta, basın özgürlüğünde, eğitimde vesairede nasıl oldu da en diplere sürüklenirken bu çöküş iktidarın umurunda olmadı? Nasıl bir sistemimiz var ki arabaların cam filmi mevzu bahis olduğunda alarma geçiyor ama ülkenin sermayesi eriyip giderken oralı bile olmuyor. Sistemin gözündeki perde sadece bir bakan gitti diye mi kalktı? Hızlı ve seri karar alınan mükemmel sistem nasıl oldu da kendisini tıkayan unsuru şu kadar senedir fark edemedi? İnandırıcı mı? Hadi biri gitti ama sistem aynı sistem; yarın başkası karartma yaptığında gerçeği anlamak için kaç sene daha gerekecek?
Memleket, reformun “r’sini gördüğünde bile bir umut deyip havaya şapka fırlatıyor diye ‘oldu bitti maşallah’ havasına girmeyelim.
Bırakın reformu sıradan bir değişim bile tahminlerin ötesinde zihniyet devrimi gerektirir. Kriz, karartma, baskı, denetimsizlik, hukuksuzluk üreten bir sistem aynı formla ertesi sabah refah, özgürlük, denetim, hukuk ve demokrasi üretemez. Bu mümkün olsaydı siyasete, düşünceye, akla, mantığa, analize, eğitime gerek olmazdı.
Nasıl, “Ben bilirim”, “Ben yaptım oldu” zihniyeti ülkeyi ekonomik, sosyal ve diplomatik çıkmaza sokmuşsa; adı, niyeti, çapı, hedefi ne kadar iyi olursa olsun “Yine ben bilirim”, “Ben yaparım olur” anlayışı da aynı yere götürür. Mesele, yapılacaklardan önce, bunun için hangi zihni faaliyetin göze alındığı, hangi fizibilitenin çalışıldığı, hangi yetki ve sorumlulukların paylaşıldığı ve ülkenin hangi fikri sermayesinin değerlendirildiğidir. Kaldı ki ortada atılacak adım namına da sadra şifa malzeme yoktur.
Bu vesileyle hatırlatalım ki reform lütuf değildir. Dün esirgenen, bugün bağışlanan yarın şartlar değişince yine el konulabilecek bir şey değildir. O yüzden kurumsal, sosyal ve hukuki teminat ister ve de kaderinin iki dudak arasına bağlanmasından hiç hoşlanmaz. Reform iktidar gücünü sokaktaki insana, üniversitedeki hocaya, ayaküstü iki cümle eden garibana, gerçeği söyleyen bürokrata, hakikati yazan medyaya, hukuk namına hükmeden hakime karşı sınırlarsa reformdur.
Reform reformu yapanı bağlamazsa ona da reform denmez.
Bilelim de sonra yeni bir aydınlanma için seneleri heba etmeyelim.