Beton
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir süredir ısrarlı bir şekilde dile getirdiği betonlaşma karşıtı tavır küçük çaplı da olsa bir tartışma açmış görünüyor. Küçük çaplı çünkü, şikayet eden Erdoğan olduğu için tartışmanın bir kısmı tabiatıyla Cumhurbaşkanı’nın şahsına ayrılıyor. Madem bu konuda bir problem var o zaman ülkeyi idare eden bir numaralı kişi olarak başbakan/cumhurbaşkanının bu bahisteki sorumluluğu da sorgulanıyor. Böyle düşünüldüğünü kendisi de kabul ediyor olmalı ki Erdoğan “İstanbul’a ihanet ettik” sözüyle üzerine düşen paydan kaçmadığını da dile getiriyor.
Kimin ne kadar sorumluğu olduğu kadar, bu büyük meselenin üstesinden gelmek konusu da önemlidir. Bilhassa İstanbul olmak üzere büyük-küçük bütün şehirlerin gözardı edilemeyecek çapta betonlaşma meselesi vardır. Daha doğru ifadeyle şehirleşememe meselesi…
Esasen meselenin tam adı betonlaşma değildir. Çünkü, şehirler büyüyorsa ve insanlar giderek çok daha fazla tercihlerini şehirlerde yaşamaktan yana koyuyorsa yeni yapılaşma; yani betonlaşma kaçınılmazdır. Böyle ifade edildiğinde kulağa kaba ve itici geliyor ama şehir demek beton demektir. Daha fazla bina, yol, köprü, alt geçit veya üst geçit vesaire kaçınılmazdır. Şehirler kalabalıklaştıkça, konut, iş alanları ve trafiği idare etmek gibi şehri oluşturan unsurların hacmi de genişleyecektir. Ne kadar genişlerse genişlesin her şehri mimari estetik açıdan gıpta edilecek tarzda yapılandırmak da pekala mümkündür.
Ne var ki hemen hemen bütün şehirler, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere daha baştan yanlış planlandığı ve gelecek tasarımları ihmal edildiği için bugün hem beton mezarlığı haline gelmiş hem de trafik problemi yönetilemez noktaya varmıştır.
Bir numaralı sorumlu elbette kamu yönetimi, siyasal iktidarlar ve belediyelerdir. Sadece kamu yönetimi değil ama… Herkes şekvacı olsa da toplumun da yanlış yapılaşmaya ilgisi ve dolaylı olarak onayı inkar edilemez boyuttadır. Şehirlerin bu içler acısı hali, bu ihanet tablosu yukarıdan aşağıya elbirliğiyle yapılan yanlışların eseridir. Yanlış yapılaşma ve yasa dışı inşaatın boyutunu anlamak için başvuru süresi iki kez uzatılmış ve halen devam etmekte olan imar affından yararlanma sayısının 10 milyona dayanmış olmasına bakmak yeterlidir. Başvuruların hepsi değil ama çoğu bu büyük problemi ifade ediyor. Ayrıca… Yüzbinlerce bina hala depreme karşı dayanıksızken ve içlerinde milyonlarca insan yaşamaya devam ederken insanların ilgisinin bu değil de önce mülkiyet alanını genişletmek olmasını bilmem söylemeye gerek var mı!
Bu tablo da gösteriyor ki mesele tek başına dikey yapılaşma değildir. Şehrin ihtyacına göre, bazı bölgelerde yüksek katlar en doğru çözümdür, bazı bölgelerde ise kat sınırlaması. Yahut da bazı bölgelerin imar yoğunluğu kaçınılmazdır bazı bölgelerin ise imarsız ve inşaatsız kalması…
Biz, işte o “bazı”ların yerini ve şeklini ıskalıyor, rant ve mülk arzusuna mağlup oluyoruz. En çok da bir başkası yanlışı yaptığı için o yanlışı sorgulamak ve önlemek yerine bunu kendimize bir hak ve izin için bir karine olarak görmeyi tercih ediyoruz. İyi planlanmış, herkesin ihtiyacına ve estetik zevke cevap veren bir şehirde müşterek yaşama prensipleri ise hak getire… Böylesine gelenekselleşmiş bir rant ve yapılaşma iştahı varken meselemizin beton ve dikey yapılaşma sembolleriyle çözülmesi mümkün değildir.
Şehirlerimizde dikey yapılar da sorunludur, yatay yapılar da…
Önce ihmal edilen şehir planları güçlü bir otorite haline gelmek zorundadır. Afsız, izinsiz, tavizsiz bir otorite… Ardından da kamu yönetiminin yukarıdan ya da aşağıdan gelecek siyasi ya da toplumsal baskıya kulak asmayacağı yeni bir şehir yönetme anlayışı şarttır.
Buna muvaffak olabilir miyiz, sanmam. Bunca şikayet ve memnuniyetsizliğe rağmen böyle bir otorite tesisi toplumun onayını alabilir mi, onu da pek sanmam.
Pek muhtemel ki şehirleşme problemi de tıpkı yeni anayasa talebi gibi görünürde herkesin istediği ama tatbikatta kimsenin yanaşmadığı bir bahis olmaya devam edecektir.