Zekât sevginin eyleme dönüşmüş halidir
RAMAZAN YAZILARI
Zekât İslâm’a mahsus bir ibadettir. Bütün dinlerde yardımlaşma teşvik edilmiştir; ancak sadece bizim dinimizde zekât denilen yardımlaşma zorunlu bir ibadet olarak konmuş; kimlere farz olduğu, ne tür mallardan, ne zaman, kimlere, ne kadar verileceği gibi hükümleri ayrıntısıyla belirlenmiştir. Bir Müslüman bütün ibadetler gibi zekâtı da öncelikle kendisine nimetler ihsan eden Rabbine şükran borcu olarak eda eder; ayrıca zekât vererek diğer kardeşlerine kalbinde hissettiği sevgi ve merhameti eyleme dönüştürmüş olur.
Önceki yazımda bugünkü konumun zekât olacağını yazmıştım. Zekâtla ilgili fıkhî hükümlerden bahsetmeyeceğim. Bu konuda ilmihallerde yeterli bilgi verilmektedir. Ayrıca zekât hakkında fetva sorma ihtiyacı duyanların yapmaları gereken en doğru şey, seyyar satıcılar gibi rastgele kimselere sormak yerine, ilmî ve idarî bakımdan yetkili ve sorumlu konumda olan il veya ilçe müftüleriyle yahut fetva görevlileriyle görüşmeleridir.
Konunun fıkhî boyutuyla ilgili şu kadarını belirtelim ki, fıkıh dilinde nisap denilen belli miktara ulaşmış malın veya paranın üzerinden bir yıl geçince 1/40 oranında zekât verilmesi farzdır. Dolayısıyla zekâtın mutlaka Ramazanda verilmesi gerekmez. Ancak, Ramazan ayı hayır ayı olduğu, ayrıca bir kolaylık da sağladığı için zekâtı bu ayda vermek gelenek olmuştur.
Zekât -Peygamber efendimizin benzetmesiyle- İslâm binasının üzerine kurulduğu beş ana sütundan biridir. ‘İslam’ın şartları’ diye bilinen bu sütunlardan ilki imanla ilgili olup, “Şahitlik ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur; yine şahitlik ederim ki Muhammed (a.s.) O’nun kulu ve resulüdür” manasındaki ‘kelime-i şehade’i diliyle söylemek, kalbiyle tasdik etmektir. İslam’ın diğer dört şartı ise şu temel ibadetlerdir: Namaz, oruç, zekât ve hac. Namaz ve oruç bedenî ibadet, zekât malî ibadet, hac ise hem bedenî hem malî ibadettir.
Zekât İslâm’a mahsus bir ibadettir. Bütün dinlerde hayır yapma, yardımlaşma teşvik edilmiştir; ancak –bildiğim kadarıyla- sadece bizim dinimizde zekât denilen yardımlaşma zorunlu (farz) bir ibadet olarak konmuş; kimlere farz olduğu, ne tür mallardan, ne zaman, kimlere, ne kadar verileceği gibi uygulamaya ilişkin hükümler ayrıntısıyla belirlenmiştir.
Bir Müslüman bütün ibadetler gibi zekâtı da öncelikle kendisine nimetler ihsan eden Rabbine şükran borcu olarak eda eder; ayrıca zekât vermek suretiyle diğer kardeşlerine karşı kalbinde hissettiği sevgi ve merhameti eyleme dönüştürmüş olur.
HZ. ÖMER GAYRİMÜSLİMLERE DE VERİLMESİNİ TEŞVİK ETMİŞTİR: Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Sadakalar (zekât gelirleri) ancak şunlara verilir: Yoksullar (fukarâ), düşkünler (mesâkîn), zekâtların toplanmasında görevli olanlar (âmilîn), kalpleri kazanılacak olanlar, azat edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda (çalışanlar) ve yolda kalmışlar. İşte Allah’ın kesin buyruğu budur…” (Tevbe 9/60).
Bu ayette sıralananlara fıkıhta ‘zekâtın sarf yerleri (masraf)’ denir. Ayet metnindeki ‘fukarâ’ ve ‘mesâkîn’ kelimeleri birbirine hayli yakın anlamlar içerir. Hz. Ömer’in ayetle ilgili iki anlayışı ve uygulaması metne açıklık getirici mahiyettedir. Hz. Ömer ayet metnindeki ‘fukarâ’yı Müslüman fakirler, ‘mesâkîn’i de ‘gayrimüslim muhtaç vatandaşlar’ olarak yorumlamıştır. Kendisi de bu yorumu uygulamış, Yahudi ve Hıristiyanlardan muhtaç vatandaşlara yardım yapılması, maaş bağlanması talimatını vermiştir.
Ne var ki, Tâbiîn neslinin önde gelen âlimlerinden İkrime (ö. 105/723) ile İmam Âzam’ın öğrencilerinden İmam Züfer (ö. 158/775) dışındaki fukaha Hz. Ömer’in bu insancıl yorumuna katılmamışlar, uygulamalar da onların daraltıcı görüşleri yönünde oluşmuştur. Son dönem âlimlerinden Muhammed Hamîdullah, Le saint Coran adlı mealinde konumuz olan ayetin mealine düştüğü notta Hz. Ömer ile (Abdullah) İbn Abbas’ın ayetteki ‘fukarâ’yı Müslüman fakirler, ‘mesâkîn’i de gayrimüslim yoksul vatandaşlar olarak yorumladıklarını hatırlatır. Aynı âlim, İslam’ın Hukuk İlmine Yardımları adlı eserde ise kelimenin Sâmî filolojisindeki kök anlamının ve Hammurabi Kanunu’ndaki bir kullanımın Hz. Ömer’in yorumunu desteklediğini belirtir.
Hz. Ömer’in ikinci yorumu, aynı ayetin metnindeki “kalpleri kazanılacak olanlar” diye çevirdiğimiz “el-müellefetü kulûbühüm” ile ilgilidir. Hz. Peygamber’in vefatından en fazla 2,5 yıl sonra, Hz. Ebû Bekir Halife iken, Ömer şartların değiştiğini, artık Müslümanların güçlendiğini, dolayısıyla ayetteki bu kısmın uygulanmasına ihtiyaç kalmadığını belirtmiş, sonraki uygulama da Hz. Ömer’in görüşü istikametinde oluşmuştur. Ancak Hz. Ömer’in bu yol gösterici gerekçesi bu uygulamayla sınırlı kalmış; lafızcı/dogmatik gelenek, bu gerekçenin genel bir yöntem haline gelmesine izin vermemiştir.