Ulema hegemonyası
Öncelikle belirteyim ki, dinimizin ve temel dinî kaynaklarımızın doğru anlaşılıp uygulanmasında ta Sahabeden başlayarak eslâfın, mezhep âlimleriyle öğrencileri ve izleyicilerinin, kısaca geçmiş ulemanın büyük emeği ve katkıları olmuştur. İslam medeniyeti onların sayesinde kuruldu ve yükseldi. Bugün de bizde ve diğer İslam toplumlarında öyle din âlimleri bulunuyor. Bir toplumun hukukçulara, hekimlere, ekonomistlere, siyaset bilimcilere ve benzerlerine olduğu gibi din âlimlerine de ihtiyacı var.
Bunu bir kenara not edelim. Ama madalyonun bir de öteki yüzü var.
***
Eski devirlerde bireysel ve toplumsal hayatı önemli ölçüde din âlimlerinin ürettiği bilgiler yönetirdi. Hıristiyan dünyada da –Cemil Meriç’in ifadesiyle- “Şato kiliseye dayanıyordu, kilise nassa.” Fakat son yüzyıllarda modern bilimlerin gelişmeye başlamasıyla birlikte bağımsız ilim dalları doğmaya başladı, her branşın uzmanları yetişti. Bazı ülkelerde branşlaşmanın faydası deneysel olarak görülünce eğitim ve öğretimde uzmanlaşmaya daha da önem verildi. Din âlimleri de –özetle- birey ve toplumun inanç dünyası, ahlâkî gelişimi, iç huzuru ve mutluluğu için son derece önemli ve gerekli olan asıl dinî alanlara çekildiler; görev, yetki ve hizmet sınırlarını toplumun belirttiğim manevi ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde “güncellemeye” çalıştılar. Bunda ne ölçüde başarılı oldukları sorusu ayrı bir birikim ve müzakere konusudur.
***
Ancak bilimlerdeki bahsettiğim değişim ve dönüşüm süreci İslam toplumlarında 19. yüzyılın ortalarına kadar neredeyse hiç yaşanmadı; dinî ilimlerde skolastik eğitim zihniyeti ve programları aynen sürdürüldü. “Islah/ıslahat, tecdid” gibi adlarla anılan sonraki gelişmeler ise değişen dünya şartlarında dinî ilimlerin alanlarını, sınırlarını, din âlimlerinin yetkilerini netleştirecek şekilde geliştirilemedi. Yani dünya alabildiğine değişti ama bizim din ve ilim tasavvurumuz değişen dünyayı yönetecek şekilde dönüşmedi. Sık sık söylediğim gibi din eğitimi ve öğretimimiz, bu çağda yaşayan ama bin yıl önceki zihinle düşünen insanlar yetiştirmeyi sürdürüyor. Din ilimlerinin konuları, alanları, sınırları ve din âlimlerinin yetkileri bin yıl önce ne idiyse halen öyle devam ediyor. Onun için İslam toplumlarında ulema, daha çok da fıkıh âlimleri asırlar öncesinden beri kendilerini toplumda uçan kuştan sorumlu gördüler, görüyorlar; insanların ekonomik, hukuki, siyasi vs. davranışlarından kılık-kıyafet, saç-sakal gibi alelade tercihlerine kadar her konunun kendilerine sorulup fetva alınması gerektiğini, dinin böyle emrettiğini söylediler, halen de söylüyorlar.
Gerçi değişim ve dönüşüm çağına girildiğinden bu yana dünyada devlet, hukuk, ekonomi, uluslararası ilişkiler… -hepsinden önemlisi- eğitim başka bir yerden görüldü ve görülüyor. Fakat bizim klasik ulema, tuttuğu pozisyonu kaybetmemek için -şimdilerde örgütler de oluşturarak- var gücüyle direniyor. Adam isterse dünyanın en iyi hukuk, ekonomi veya başka fakültesinde, değme hocalardan okusun, sistem kuran kitaplar yutsun, yenilerini yazsın; yine de bir ayağı bizim fıkıh âliminin kapısında, bir kulağı onun ne dediğinde olacak. Tamamen dünyevi bir konuda belli bir çözüm üretilmiş, hatta ilgili kurumdan patenti alınmış bile olsa, nihai patenti bizim fıkıhçı verecek. Topluma ve yönetenlere de böyle bir din, dindarlık algısı telkin ediliyor. Onun için bu telkinden etkilenenler ve/veya yararlananlar, “Şu işi bir daha düşünsek” diyerek parmak kaldıranı “reformcu, modernist, din tahripçisi, gelenek düşmanı” gibi kavramlarla yaftalıyorlar.
Asırlardır süren bu ulema hegemonyasının Müslüman toplumlara olduğu gibi bizatihi dinimize, din ilimlerine ve kendi halinde dindarlara da ne zararlar verdiğini ağır sonuçlarıyla görüyoruz. İnsanlara şiddetten başka çıkış kapısı bırakmayan bu kuşatmayı aşmadan İslam dünyasının başı dertten kurtulamayacaktır.