Şimdi barış için cihad
Eski ulema, uluslararası ilişkilere dair doktrinlerini görünüşte Kitap (Kur’an) ve Sünnete dayandırmış olsalar da gerçekte zamanlarının hâkim savaş olgusundan etkilenmişlerdir. Esasında cihad kavramının Kur’ân-ı Kerîm’de, hadislerde ve başka kaynaklarımızda “nefsimizle hesaplaşmaktan başlayarak her alanda iyilik ve doğruluğun yaygınlaşması için mücadele vermek” şeklinde özetleyebileceğimiz geniş bir anlam yelpazesi vardır. Fakat eski âlimlerimiz, belirttiğimiz nedenle cihadı “dünyadaki bütün gayrimüslimlerle savaşmak” diye tanımlamışlar, bunun kıyamete kadar farz olduğunu belirtmişlerdir. Ulema bu anlayışlarını Kur’an’a (ve hadislere) dayandırırken “sonra gelen ayetlerin öncekileri sonsuza kadar yürürlükten kaldırdığı” anlamında nesh yöntemini kullanmışlardır. Hâlbuki hükümsüz saydıkları barış içerikli ayetler de Allah’ın kelamı ve şartları oluştuğunda uygulanmasını istediği yasalarıdır. Bu içerikteki yüzlerce ayetten birkaçı şöyledir:
“Dinde zor kullanma yoktur; artık doğru eğriden açıkça ayrılmıştır.” (2/256)
“Rabbin dileseydi bütün dünyadakiler topluca muhakkak iman ederdi. Hal böyleyken, mümin olsunlar diye sen (ey Peygamber), tutup insanları zorlayacak mısın!” (10/99)
“... Bir topluluğa kızgınlığınız sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun...” (5/8)
“... Ve kim bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (5/32)
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen savunmanı en güzeliyle yap; o zaman bakacaksın ki seninle aranızda düşmanlık bulunan, sıcak bir dost oluvermiş.” (41/34)
“Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlarla iyilik etmenizi ve onlara adaletli davranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları sever.” (60/8)
***
Elbette Müslümanların varlık-yokluk mücadelesi verdikleri bir dönemde gelmiş olup, savaşmayı teşvik veya emreden ayetler de var ve bugün de Müslüman toplumlar, yetkili organlarının kararıyla ahlâkîlik ve rasyonellik ölçüleri içinde bunların gereğini yaparlar. Ancak çağımızın Müslüman entelektüelleri ilkesel olarak barışı desteklemelidirler. Onlar Kur’an’ı, Sünneti, İslâmî birikim ve tecrübeyi bütünsel yöntemle anlamaya çalışmalı, İslâm’ın asli hedefini (evrensel âdil barışı) gerçekleştirme ülküsüne doğru ilerlemeli, bu suretle dünyayı belki yok edici bir savaştan koruyacak işlere yoğunlaşmalılar. Çağımızdaki imha silahlarını göz önüne aldığımızda bizatihi insanlık görevi olan bu tutum, İslam’ın küresel düzeyde doğru tanınmasını da sağlayacak, böylece İslam davetinin önündeki nefret engeli de aşılacaktır. Müslüman aydınların bir barış kültürünün oluşmasına katkı mahiyetindeki tutumlarının “savunmacılık” gibi iddialarla itibarsızlaştırılması haksızlıktır. Aksine hem belirttiğimiz İslâmî öğreti hem de modern çağın fikir ahlakı, barışın esas alındığı yeni bir dilin geliştirilmesini gerektiriyor.
Ayrıca, her ne kadar geçmiş çağların şartları savaşın aslî, barışın ârizî olmasını gerektirmiş olsa da bu olgu, Allah’ın Kur’an’da övdüğü insan fıtratı konusunda (30/30) bizi yanıltmamalıdır. Esasında insanoğlu için özgürlük, adalet gibi barış da temel bir ülküdür. Hiçbir normal insan kölelik zincirini gönüllü boynuna takmamıştır.
Topyekûn gelişme ve kalkınmanın ahlâkî amacı ‘barış ve güvenlik içinde refah’tır. Bunun da bilgi, özgürlük, hukuk güvencesi, adil paylaşım gibi pek çok şartları vardır. Ama bugün gücü elinde bulunduran “ileri” toplumlar bu şartları küresel düzeyde kavramak ve uygulamaktan uzak bulunuyorlar. Yine de insanlığın kadim ülküleri olan ilkelerin ve değerlerin çağımızda milli ve uluslararası yasalara, sözleşmelere girmesi bile savaş yerine barışın esas olduğu bir dünyaya doğru gittiğimizin işaretleridir. Müslüman düşünce ve ilim insanları da artık konuya buradan bakmak, bir Kur’an kavramı olan ve geniş bir anlam çerçevesi bulunan cihadı modern çağın belirttiğimiz zihin dönüşümü gereğince yeniden tanımlamak zorundadırlar.
Gelecekte İslam’ın itibar ve etkisi, Müslümanların yerel ve küresel düzeyde ‘barış için cihad’ anlayışını geliştirmelerine bağlı olacak gibi görünüyor.