Nasıl bir çağda yaşıyoruz?
3 Eylül 2017 tarihli gazetelerde şöyle bir haber vardı:
“Yeni geliştirdiği hidrojen bombasını dünyaya gösteren Pyongyang (Kuzey Kore) yönetimi, ardından bombayı test edip mükemmel bir ‘başarı’ yakalandığını duyurdu. ABD ve Çin, test sırasında dev bir patlamanın ardından 6.3 büyüklüğünde bir deprem meydana geldiğini açıkladılar. Gelişmeleri dünya televizyonları yayınlarını keserek verdi… Bağımsız sismik gözlemci NORSAR, patlamanın 120 kilotonluk bir etki yarattığını tahmin ediyor. 1 kiloton, 1000 ton TNT’nin patlamasına eş değer. Japon Meteoroloji servisi, gerçekleşen patlamanın önceki nükleer testlerden en az 10 kat daha güçlü olduğunu açıkladı…”
Bence Kuzey Kore Başkanı Kim Jong-un, bu ‘başarı’yı borçlu olduğu Batı ‘uygarlığı’nı temsilen -karakter olarak da kendisine benzeyen- ABD Başkanına teşekkür etmelidir.
***
Bu nasıl bilgi ki, ‘bilgi çağı’nı yaşayan dünyamızda insanlığın yarınının ne olacağı bilinmiyor; sadece insanların değil, canlı-cansız tabiatın yarınının ne olacağı da meçhul. Bir iki çılgının dünyanın sonunu getirmesi birkaç dakikalık bir iş haline geldi. Bunun adı da bilgi çağı, uygarlık çağı!..
Evet, doğru; çağımızda çok güzel şeyler de oluyor. İnsanın dünya rahatını sağlayan çok faydalı işler de yapıldı ve yapılıyor. Ama yine de -daha çok maddi ve bedensel hayatımızla ilgili- bu iyi şeyler insanoğlunun gelecek kaygısını azaltmıyor; özellikle de yüz milyonlarca insanın yaşadığı yoksulluğu, güvensizliği hafifletmiyor; aksine daha da çoğaltıyor. Şimdiden dünyanın geleceği hakkında umutlarını yitirmiş pek çok Batılı ve Doğulu bilim ve fikir insanları var.
İngiliz mühtedi Martin Lings –mutlaka okunması gereken- Öze Dönüş adlı kitabında (çev. Zeynep, İnsan Yay.) nasıl Müslüman olduğunun hikâyesini anlatırken “Kendimi hiçbir zaman garabet ve çirkinliklerle dolu çağdaş medeniyetler devrine ait hissetmedim” diyor. Eğer milyarlarca insan kendilerini böyle bir uygarlığa ait hissediyorlarsa, ya bu uygarlığın kendilerine sağladığı çoğu aptalca zevklerin sarhoşluğuna kapıldıkları için veya -bu çağın belli başlı tehlikelerinden biri haline gelen- enformasyon ağının sağlıklı düşünme melekelerini bozması yüzünden öyle hissediyorlardır.
***
Benim gibi köy çocuğu olanlar bilirler: Sığırlar bir buğday öbeği bulduklarında o kadar çok yerler ki, engelleyen biri yoksa, üstelik bir de su içtilerse, yedikleri buğdayın karınlarında şişmesi yüzünden çatlayıp ölürler. Modern dünyada insanoğlunun doymak bilmeyen kontrolsüz haz alma ve yönetme tutkuları da onu böyle bir helâke doğru sürüklüyor. Herkes kafasına koyduğu her şeyi ‘diğerleri’nin elinden kapıp götürmenin telaşı içinde. ‘Diğerleri’ denilen de sonuçta kendisi gibi; kendi eşi, çocukları, dostları, vatandaşları gibi birer İNSAN. Rönesans ve Aydınlanmanın bir zamanlar dillerden düşmeyen o sevgili ‘Hümanizm’ine ne oldu sahi? Yoksa kavramı üretenler artık vaz mı geçtiler ‘hümanite’den, yani ‘insanlık’tan?
Sırf seküler-pragmatist dünya görüşünün ürünü olan bu zihin yapısının insanoğlunu en temel ve evrensel ahlâkî değerlerden bile ne kadar uzaklara attığını görmek için, onun ürettiği en büyük (ve en kontrolsüz) güç olan ABD’nin Ortadoğu siyasetine, bu çerçevede bilhassa son birkaç yıl içinde sergilediği Türkiye karşısındaki tutumuna bakmak yeterlidir. Bu tutumda ahde vefasızlıktan tutunuz da haksızlık, kibir, küstahlık, ikiyüzlülük, hayasızlık/utanmazlığa kadar, insanoğlunun bütün tarihi boyunca nefret ettiği sayısız rezillikleri görebilirsiniz. Bu rezillikleri ancak, -Stockholm Ün. Dilbilim profesörü Penviz Manzur’un anlatımıyla- Batı’nın, ‘Aydınlanma’ döneminde ‘Allah’la anlaşmasını bozup şeytanla anlaşma yapması’nın ürünü olan bir “uygarlık” sergileyebilir. Çünkü insanlık tarihinde bu “makine uygarlığı, insanların çoğunluğunun üstün bir değere sahip olmadığı ilk uygarlıktır.” (André Malraux, Fransız yazar)