Müslüman milletlerin iftar lokmasına çöken ‘can ve devlet acısı’
RAMAZAN YAZILARI
Savaş yıllarında yazılan ‘İftar’ başlıklı bir yazıda yüz yıl önce İstanbullu bir ailenin yaşadığı dokunaklı iftar hatırası şöyle bitiyor: “Ağlasak da hakkımız yok mu? Bütün gönüllere bu yıl can ve devlet acısı çöktü.” Yüz yıl sonra hâlâ ‘can ve devlet acısı’ çökmüş Müslüman milletlerin iftar lokmasına gözyaşları damlayan annelerin olması ne acı! Günümüzde Müslüman toplumların en büyük sorunu, imkânlarının olmaması değil, imkânlarını kendi insanının huzur ve mutluluğu için kullanmaya yetecek aklının olmaması...
Yine İbrahim Refik’in derlediği Ramazan Medeniyeti (İstanbul 2003) başlıklı kitabı aldım elime. “Yine” diyorum, çünkü neredeyse her Ramazan bu kitabı baştan aşağı süzerim ve o günkü havama göre içindeki bazı yazıları okurum. Hele bir yazı var ki, her daim beni çok duygulandırır.
Yıllar önceki bir yazımda bahsetmiştim ama şimdi de birkaç cümlesini sizlerle paylaşmadan edemedim. ‘İftar’ başlıklı bu dokunaklı yazı, Ruşen Eşref Ünaydın’ın savaş yıllarında yazıp ‘Ayrılıklar’ (İstanbul 1923) adlı kitabında topladığı yazılarından biri. Şöyle başlıyor:
“Ailemizin altmış beş Ramazan görmüş en son ihtiyarlarından biri, içinden salavat getirirken:
- ‘[İftar topu] atıldı mı yavrum?’ diye sordu.
- ‘Evet.’
Şehadet parmağını tuza bandı. Besmeleyle orucunu açtı. Gözlerinde bir teessür (üzüntü) hissettim.
- ‘Kusura bakma büyükhanım. Size iftarlığı lazım geldiği gibi hazırlayamadık’ dedim.
- ‘Buna da şükür oğlum… Sizler daha gençsiniz. Yüreğinize esef koymayın. Bunlar da gelir geçer. İyi günler de görürsünüz inşaallah... Ya bizler…’ dedi. Elindeki lokmaya gözyaşları damladı. Bu sene kursağına giden ilk Ramazan lokmasına gözünün yaşı katık oldu…
Kim bilir daha nice bin Müslümanın evinde bu Ramazan, reçel, simit, pide yerine böyle gözyaşlarıyla karşılanmıştır. Ağlasak da hakkımız yok mu? Bütün gönüllere bu yıl can ve devlet acısı çöktü.”
***
Yüz yıl önce İstanbul’un güngörmüş bir ailesinin yaşadığı bu dokunaklı iftar hatırasını, –dediğim gibi- yazının elime geçtiği kaç yıldır her Ramazan okurum ve o olayı kendim yaşamış gibi duygulanırım. Bazı sıkıntılarımız olsa da, bugün sahip olduğumuz imkânların kıymetini bilmek için o günleri anlatan böyle yazıları okumamız, okutmamız gerektiğini düşünürüm.
O yıllarda sadece İstanbullu ailelere değil, bütün İslâm dünyasına ‘can ve devlet acısı’ çökmüştü. Çok şükür, -kim bilir- belki o ‘büyükhanım’ın gözyaşını iftarlığına katık ederek yaptığı “İyi günler de görürsünüz inşallah” duası hatırına biz o acılı yılları yaşamadık. Belki tarihimizde ilk defa millet olarak savaşsız geçirdiğimiz Ramazanların sayısı yüzü aştı. Bunun ne büyük nimet olduğunu bir düşünelim. Büyüklerimizden Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi yıllarında çektikleri yokluğu, kıtlığı, can derdini dinlerken dehşete düşerdik; insanların bütün bunlara nasıl katlanabildiklerine şaşardık.
***
Yüz yıl sonra hâlâ ‘can ve devlet acısı’ çökmüş Müslüman milletlerin, elindeki iftar lokmasına gözyaşları damlayan annelerin, büyükhanımların olması ne acı! Kaç milyon Müslüman, kaç Ramazandır, kim bilir, kaç bin senelik ata yurdunu terk ederek yabancı diyarlarda sığınak arıyor, çocuğu sırtında... Öz yurdunda bulamadığı can ve güvenliğini bulabilmek ve biraz insan yerine konmak umuduyla…
Onlara bütün bu dramları yaşatanları hangi gerekçe mazur gösterebilir ki!
Bütün bunlar neden?.. Müslüman toplumların kendi insanına ağız tadıyla Ramazanlar yaşatacak imkânları mı yok?.. Elbette var... Müslüman toplumların büyük sorunu, imkânlarının olmaması değil, imkânlarını kendi insanının huzur ve mutluluğu için kullanmaya yetecek aklının olmamasıdır. İmkânların kötü kullanılması imkânsızlıktan daha kötüdür. Ve Müslüman toplumların tamamına yakınında, ülkenin servet ve imkânları hem kötü kullanılıyor, hem de kötüye kullanılıyor.
Neden? Çünkü İslâm ülkelerinin tamamına yakınında insan, özgür ve saygın bir kişilik değil, bir nesne gibi görülmekte; başta ulema olmak üzere, köşe başlarını tutanlar bu nesneyi kafasına göre şekillendirmeye, köhne ideolojileri veya çoğu hayvani çıkarları için kullanışlı araç haline getirmeye uğraşmaktadır. Oysa ilk inen surelere bakarsanız, Hz. Peygamber’in insanı nesne ve araç olarak gören zihniyetle mücadeleyle işe başladığını görünsünüz. Keşke din âlimlerimiz Kur’an’a bir de buradan baksalar!