Melih Bulu “Vaka”sının ardından
Prof. Dr. Melih Bulu olayı güncelliğini kaybetti. Ama “vaka”nın toplumumuz için öğretici olması gereken yönleri de var. Atamada izlenen prosedür ve Sayın Bulu’nun tercih edilmesi hakkında yeterli bilgiye sahip değilim. Ama “vaka”nın bahsettiğim birkaç öğretici yönüne dikkat çekmenin de sonraki uygulamalar için faydalı olacağını düşünüyorum. Şöyle ki:
1. Yasalara saygı çerçevesinde demokratik karşı duruş
Sanırım bu konuyu “vaka” yapan, atamanın şekli, Sayın Melih Bulu’nun şahsı vs. değil. Çünkü birçok makama bu tarz atamlar yapılıyor ama hiçbiri “vaka” olmuyor. Bu konuyu farklı kılan başka bir şey var ki, o da hocalarıyla öğrencileriyle Boğaziçi camiasının, birçoklarınca haklı görülen gerekçelerle, büyük ölçüde medeni bir şekilde sergiledikleri direniş idi. Marjinal bir grubun kışkırtıcı eylemi olduğu anlaşılan birkaç rahatsız edici olaydan sonra hem direniş hem de Emniyetin tutumu olgun bir çizgiye geldi. Böylece görüldü ki olgunlukla da sonuç alınabiliyormuş. İşte demokratik tavrımızı sergilerken de olayları kontrolde tutmaya çalışırken de millet olarak bu olgunluğa ihtiyacımız var.
2. Sayın Melih Bulu’nun süreçte sergilediği tutum
Boğaziçi hocalarının ve öğrencilerinin, direnişi kesintisiz sürdürecekleri baştan belliydi. Çünkü gerek öğrenciler gerekse hocalar direnişlerini ilkesel gerekçelere dayandırıyorlardı. Prof. Bulu’nun baştan bunu görüp görevi kabul etmemesi, atandıktan sonra da Boğaziçi camiasının karşı tavrı netleşince bu tavra saygı duyup makamı boşaltması gerekirdi. Ama o, bunu yapmak yerine, “Tansiyon düşecek, ancak 6 ay içinde kriz tamamen biter” gibi beyanatlarıyla direnişin dayandığı ilkesel gerekçeleri anlamadığını, karşı duruşun ahlâkî anlamını takdir edemediğini ortaya koydu.
Esasen akıllı insan, (kalması için baskı yapılsa bile) istenmediği yerde durmaz. Hele Sayın Bulu gibi akademisyen birinin, güçlü gelenekleri olan bir üniversitenin rektörlüğünü, neredeyse bütün hoca ve öğrencilerin bitmeyen protestolarına rağmen sürdürmekte direnmesi hem onur kırıcıydı hem de kendini ateşe atmak gibi bir şeydi. Tek güvencesi, “Beni buraya getirenler beni korurlar” mantığı idi ki, o da ahlâkî olmadığı gibi güvenilir de değildir. İnsanların işi gücü yok da sürekli seni mi koruyacaklar! Üstelik o inat ne uğrunaydı? Böyle bir sonucu göze almaya ne gerek vardı! Sonunda makamlar da makam sahipleri de fânidir. Makama ancak kendini onunla değerli hissedenler sarılırlar.
3. YÖK’ün tutumu
Olan oldu. Ama bunca olanların ardından, saygın bir kurumumuz olan YÖK’ün –basına yansıyanlar doğruysa- görevden alma teklifinin gerekçesi de bence sorunluydu. Başka birçok görevden almalarda olduğu gibi Sayın Bulu’nun da kendi isteğiyle ayrılması için bir yol bulunabilirdi. Altı ay önce Boğaziçi’nin rektörlüğüne layık gördüğünüz birini, başarısızlığını yüzüne vurarak görevden almak (arkasında bilmediğimiz bir sebep yoksa) hiç hoş olmadı. Bu zat o makama zorla gelip oturmadı. Protestolara direnirken de ilgili makamlardan açık ve örtülü destek aldı. “Başarılı olamamış!” Başarılı olmak gibi bir şansı var mıydı? Böyle bir atamada başarı şansının olamayacağını öncelikle görmesi gereken YÖK idi. YÖK baştan bunu görüp, atama makamını yeterince bilgilendirmeli, buna göre bir teklif listesi oluşturmalıydı.
Doğrudur, direnişler karşısında Sayın Bulu’nun ahlaken o makamı boşaltması gerekirdi. Ama neden herkes Sayın Bulu’ya yüklendi! Güçlü ve sürekli direnişe rağmen Sayın Bulu’nun arkasında durulması doğru muydu? İlgililerin bu destekle akademik camiayı karşılarına almaları gerekli miydi? Prof. Bulu’nun bu şekildeki bir operasyonla görevden alınması ona ve onun şahsında yine akademik kimliğe karşı yakışık almadı. Bence Bulu Hoca’yı istemeyen akademisyenlerin, ilkesel olarak bu tarzdaki görevden alma teklifini de ayıplamaları gerekirdi.
“Amaaan hocam!.. O kadar da ince düşünme! Böylesi incelikler bizi bozar!” denildiğini duyar gibiyim. O da doğru ya!