Korona ilâhî bir ders mi?
Şu sıralarda ülkemizde ve dünyada epeyce konuşuluyor: Bu salgın ilâhî bir ders midir? ‘Evet’, ‘hayır’ ya da biliyorum’ mealinde çok şey söylenebilir. Doğal olarak herkes kendi dinî ve felsefî anlayışına göre bu cevaplardan birini seçecektir.
Esasında bu, bilim ötesi, yani metafiziğe, Gazâlî’nin tabiriyle melekût’a, Kant’ın tabiriyle noumen’e ait bir meseledir; dolayısıyla kimseye “Niye öyle inanıyorsun?” diyemeyiz. Ama insanoğlunun böyle bir musibete uğramasının, hele de hazırlıksız yakalanmış olmasının arkasındaki kusurlarına bakarak “Bunu hak etmiştik!” de denebilir.
Dünyanın bir yarısında milyonlarca insanın çektiği acıları umursamayan, mesela petrole ve daha başka çıkar konularına geldi mi kendilerini Irak’a, Suriye’ye ve diğerlerine kapı komşularından daha yakın gören; buna karşılık oralardaki ölümleri durdurma, zulümleri, acıları giderme gibi insanî ve ahlâkî görevlere gelince “Ben alacağımı aldım” diyen dünyanın öbür yarısına bakarak “böyle bir küresel musibeti hak ettik” demek yanlış mı?
***
Lütfen bu dediklerim, korona dolayısıyla dünyanın bir yarısını kötüleme fırsatçılığı olarak anlaşılmasın. Maksadım insanları, toplumları kötülemek değil; onların, dünyanın öbür yarısını ötekileştirme şeklindeki bir türlü kurtulamadıkları kafa yapılarını eleştirmektir. Esasında dünyanın koronadan bir ders çıkarmasını istiyorsak bunu önce kendimiz yapmalıyız; buna da şuradan başlamalıyız:
Bugün dünyamız, üstünde yaşayanların birbirini ötekileştiremeye haklarının olamayacağı kadar küçüldü. Kaç defa ifade ettim: Bizler, eski ulemamızın o devirlerin şartlarında icat ettikleri tabirlerle “dârülislam–dârülharb” olarak ya da başka şekillerde kamplara bölünmeyi taşıyamayacak kadar kırılgan bir dünyada, ‘küresel köy’de yaşıyoruz. Eskiden dedelerimizin seferlerde aylarca yürüyerek ulaştıkları yerlere şimdi torunları birkaç saatte varıyor.
Öyleyse artık bu köyün sâkinleri birbirini öldürerek huzur bulamaz, ayakta kalamazlar. Onun için Müslümanlar olarak, bu büyük değişimi iyice kavrayıp, dünya insanlığına, “Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü” diyen sufîce sevgi felsefemizin aydınlığıyla yeni bir ufuk açmamız gerekiyor. Çağımızda bunun hem insanlığımızın hem de Müslümanlığımızın gereği olduğunu bilmeliyiz. Kanaatimce bugün Müslüman toplumların çektiği büyük sıkıntıların baş sebebi, bu kucaklayıcı dinî düşünce ve pratiği geliştirememiş olmalarıdır. Hepsi de nefretçi ve ayrıştırıcı olan, o yüzden de geçmişte kalması gereken “dârülislam–dârülharb”ci, cihadcı, mezhepçi zihin yapılarını hâlâ devam ettirdiğimiz içindir ki, çağdaş dünyaya ters gelen şeylerin en fazla Müslüman toplumlarda bulunduğunu görüyoruz.
Müslüman olmayan dünyada yukarıda benim de eleştirdiğim yanlışların var olduğu gerçeği, Müslüman toplumların kendi yanlışlarını görüp kabul etmesini engellememelidir. Tam tersine, bizim din ve ahlak kültürümüze göre, başkalarını eleştirmeden önce kendimize bakmalı, kendi kusurlarımızı düzeltmeliyiz; nihayet bir şey yanlışsa onu önce kendimiz yapmamalıyız.
Buradan başlarsak, bu korona belası vesilesiyle başta ilim ve fikir insanlarımız olmak üzere, Müslüman kitlelerin, aslında Musa’nın da İsa’nın da Muhammed’in de (hepsine salât ve selam olsun) tebliğ ettikleri hak dinlerde ve diğer dünya dinlerinde var olan evrensel sevgi ve merhameti yeniden şekilleneceği beklenen insanlığın hayatına tekrar taşıyabiliriz.
***
Hülasa bugünün insanlık âlemi ne maneviyattan yoksun, refah bağımlısı, hazcı ve maddeci hayat felsefesiyle ne de ayrıştırıcı, nefretçi, kavgacı dinî ve etnik zihniyetlerle güven ve huzura kavuşabilir. Şundan da emin olalım ki, gelecekte dünyayı mesihler, mehdiler, müceddidler, evliyalar korumayacak. Ama Müslümanlar, ‘Allah’a dayanıp sa‘ye sarılarak’ zihinlerini akıl ve ilimle, gönüllerini bütün varlığı kucaklayan sufîce sevgi ve merhametle donanmış nesiller yetiştirirlerse, gelecekte Müslümanları da insanlığı da büyük maddi ve manevi felaketlere karşı koruyacak bir düzeni insanlığa sunabilirler. İslam’ın son din olmasının asıl sebebi de bu olsa gerektir.