Konuşmak mı susmak mı?
Yıllar önce ders anlatırken bir öğrencim el kaldırmış, ben de biraz beklemesini işaret etmiştim. Cümlemi bitirince öğrenciye şimdi konuşmasını söyledim ama genç adam kırgın bir tavırla, “Hocam vazgeçtim be!” dedi. Nedenini sorduğumda, başka bir derste hocanın anlattıklarıyla ilgili görüşünü söyleyince hocanın “Otur! Saçmaladın!” dediğini, bir kez daha böyle terslenmek istemediğini belirtti.
Öğrencim bana müthiş bir ufuk açmıştı. O sınıfta ve ondan sonra girdiğim bütün sınıfların ilk derslerinde aşağı yukarı şunları söylemeyi âdet edindim:
“Öncelikle hiçbir bilgi, görüş hoca söyledi diye doğru, öğrenci söyledi diye yanlış olmaz. Yanlışsa “Otur! Saçmaladın!” demekle de düzeltilmiş olmaz; çünkü “Otur! Saçmaladın!” tarzı sözler hiçbir fikrin saçmalığının ispatı değildir. Tersine böyle sözler hakaret ve baskı içerdiği için öğrencinin inandığı görüşün zihninde daha da katılaşmasına yol açar. İslam toplumlarında ve dünyanın başka yerlerinde türlü türlü taassuplar var ve hepsinin de birinci sebebi “Otur! Saçmaladın!” tavrıyla yapılan despotluklardır. Bu bastırılmışlıklar bir yerde patlıyor ve şiddete dönüşüyor. Onun için benim derslerimde -hocaya, sınıfa ve derse saygı dâhilinde- her şeyi söyleyiniz; itirazlarınızı, görüşlerinizi rahatlıkla ifade ediniz. Bu öncelikle bana iyiliktir; çünkü bu sayede belki sınıfın da katkılarıyla yeni bir bakış açısı kazanırım, bilgimi test ederim, yanlışsa düzeltirim. Şayet siz yanlış düşünüyorsanız, hepimiz özgürce fikrinizi müzakere edip doğruyu buluruz.”
* * *
“Konuşmak mı susmak mı?” Bunun ölçüsünü Hz. Peygamber gayet güzel özetlemiş: “Ya hayırlı konuş ya da sus!” Hayırsız konuşacaksak veya hayırlı konuşsak bile konuşmamız kötü sonuçlar doğuracaksa susmak daha hayırlıdır. Böyle durumlarda susmak büyük fazilettir.
Ancak yine de en az 2500 yıl öncesinden beri insan, “düşünen/konuşan canlı” diye tanımlanır. Üstelik insan konuşan tek canlıdır. Buna göre bir insana “konuştu, yazdı” diye saldırmakla, “insan oldu” diye saldırmak arasında fark yoktur. Öyleyse bir konuda konuşmamız gerektiğine inandığımız sürece -bilgiye dayanması, hakikati ifade etmesi ve edep dâhilinde olması şartıyla- aslî görevimiz susmak değil konuşmaktır. Bu ölçüler içinde, sözlü ya da yazılı olarak konuşmaktan geri durmamız doğru değildir. Zira dinen de ahlaken de insanî olarak da birbirimize faydalı olma, doğrularımızı paylaşma, yanlışlarımızı azaltma görevimiz vardır. “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.”
* * *
İsteriz ki, konuşmalarımız, hakikat ve ahlak ölçüleri çerçevesinde dinlensin, okunsun, değerlendirilsin, varsa yanlışları da düzeltilsin. Şimdilerde -adam gibi kullanmayı bilirsek- sosyal medya bu imkânı hepimize veriyor. Buna rağmen, Yüce Rabbimizin Hz. Musa ve Harun’a -hem de Firavun’a karşı- kullanmalarını emrettiği “yumuşak dil” (kavl leyyin) varken, bazen çirkin ve saldırgan dil kullananlar da oluyor. Ne yapalım ki bazı insanlar, -kimi cahilliği, kimi tıyneti, kimi de türlü “hesaplar”ı yüzünden- saldırgan bir dil kullanabiliyorlar.
Elbette bu üzücüdür; fakat saldırıya maruz kalandan çok, bizzat saldırıda bulunanlar için üzülmeliyiz. Çünkü büyüklerimizin dediği gibi “üslûb-i beyân, aynıyla insân”dır. Dolayısıyla hakaret, hakarete uğrayanın değil, hakaret edenin seviyesini ele verir. Hiçbir insanın kendi seviyesini düşürmesine gönlümüz razı olmamalıdır; Müslüman ahlakı bunu gerektirir. “Allah’ın insanlara verdiği temiz fıtrat”ı (Kur’an 30/30) korumayı başaranlar, kötü dili kendilerine yakıştıramadıkları için “İnsanlara söyleyeceklerinizi güzellikle söyleyin” (Kur’an 2/83) buyruğuna uygun konuşurlar, yazarlar.
Şundan emin olmalıyız ki, -Kur’anî tabirlerle- “yumuşak dil” kullanmayı; “makbul söz”, “tatlı söz”, “rahatlatıcı söz” söylemeyi ilke edinenler, en nihayetinde hem Allah katında hem de insanların gözünde kendilerini yüceltmektedirler. Daha ne isteyebiliriz ki!