İlme vefa(sızlığımız)
Kur’ân-ı Kerîm’de -bağlamı özel olsa da- genel hüküm ifade eden özdeyiş tarzında birçok ilkesel ifade vardır. Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 39/9) şeklindeki ilâhî beyan böyle bir ilke içerir. Hadislerde de ilkesel ifadeler çoktur. Bunlardan biri de “Hz. Peygamber’in “İlim peşinde olmak her Müslümana farzdır” anlamındaki sözüdür.
İslam düşüncesinde ilim mutlak bir değerdir ve Allah’ın üç asli sıfatından biridir; hatta bazı düşünürlere göre ilim, öteki ikisini (irade ve kudreti) de içine alan sıfattır. İnsan bakımından ise ilim, tüm canlılar içinde Allah’ın yalnız insana vergisi olan bir yetkinlik şartıdır. Onun için Bakara 2/30-33. ayetlerde insanın “yeryüzü hükümranlığı” anlamında halife oluşu ve meleklere üstün tutulması bu ilâhî vergiyle ilişkilendirilir. Ahzâb 33/72. ayette yalnız insanın yüklenme cesaretini gösterdiği bildirilen “emanet” de bilgi edinme ve bilim yapma yeteneği (akıl) olmalıdır. Bu durumda, aklı hem bilgi edinme aracı hem bilginin taşıyıcısı hem de bilginin uygulayıcısı olarak sürekli kullanmak ve bu suretle aklın hakkını vermek, “emanet”e riayet, sadakat ve vefanın gereğidir. 11. yy. âlimi Râğıb el-Isfahânî, insanı başka canlılardan ayıran meziyetlerin başında akıl ve bilginin geldiği şeklindeki yaygın görüşü hatırlatarak, hayatını bilgisizlikle geçiren birinin hayvanlık mertebesini aşamayacağını, hatta öyle birinin varlık bile sayılamayacağını belirtir. Isfahânî’nin çağdaşı Mâverdî’nin aktardığı bir şiirde de “Cahiller ölmeden önce ölmüştür / Daha kabre girmeden bedenleri onlara kabir olmuştur” denilir.
İlginçtir ki, daha İslam’ın 2. asrında, İmam Azam’ın öğrencisi Muhammed eş-Şeybânî, “Bir insanın vaktini topluma (cemâah) yararlı işlerle mi yoksa ibadetle mi değerlendirmesi daha önemlidir?” sorusuna verilen cevaplardan birini şöyle ifade eder: “Hz. Peygamber, ‘İnsanların en hayırlısı insanlara yararlı olandır’ buyurduğuna göre, faydası daha geniş olan faaliyet daha üstündür. Bundan dolayı ilim tahsili ile meşgul olmak vaktini ibadete ayırmaktan daha önemli görülmüştür. Çünkü bilgi herkes için yararlıdır.”
İslam düşüncesinde dinî ve aklî ilimlerindeki yetkinliğiyle tanınan Gazzâlî’ye göre “Bu (aklî ve deneysel) bilimlerin bir kısmı farz-ı kifayedir; bir kısmı ise farz derecesinde olmasa da fazilet sayılan bilimlerdir. Farz-ı kifaye olanlar, dünya işlerimizin düzgün gitmesi için muhtaç olduğumuz tıp gibi bilimlerdir... Matematik de öyledir... Tıp ve matematiğin farz-ı kifâye olduğunu söylememize şaşırmamak gerekir. Dahası, ziraat, dokumacılık, siyaset, kan alma tekniği (hacamat) ve inşaatçılık da kifâî farzlardandır…” Buna göre modern zamanlarda gelişen faydalı bilimlerin de farz-ı kifâyeler listesine gireceği açıktır.
***
Böyle bir ruhla, aşağı yukarı 15. yüzyıla kadar Müslüman dünyada dinî ilimlerin yanında aklî ve deneysel bilimlerde de -o döneme “İslam’ın altın çağı” denmesini hak ettirecek şekilde- sürekli bir gelişme yaşanmıştı. Bunun sonucunda Müslüman bilim insanlarınca gerçekleştirilen çalışmaların 13. yy.dan itibaren Batı dünyasına aktarılmaya başlandığı ve 15. yüzyılda başlayan Rönesans hareketlerine kaynaklık ettiği hususunda bilim tarihçileri arasında görüş birliği vardır. Ancak daha sonra tüm o parlak başarılar birer anı olarak kaldı. Çünkü Müslüman ilim dünyası, özellikle de bu dünyada ilmin kurumsal temsilcisi olan medrese camiası, önceki ilim ve fikir insanlarının medrese dışında asırlarca sürdürdükleri aklî ve deneysel bilimlerdeki başarılarını bir türlü benimseyemedi. (Batı’daki ilâhiyat okullarının modern üniversitelere dönüşme sürecinin aksine) medrese kendini yenileyemedi. İslam dünyasının bugün yaşadığı, gittikçe ağırlaşan sorunların temelinde işte bu gerçek var.
Bilhassa son birkaç asırdır yaşanan somut gerçekler göstermiştir ki, günümüz dünyasındaki bilim zihniyeti de sorunludur, küçülen dünyamızın sıkıntılarını çözmek yerine çoğaltmaktadır. Aklî/deneysel bilimleri ihmal edenler maddi medeniyette geri kalmışlığın bunalımlarını yaşarken, aklî/deneysel bilimlerde gelişmiş dünya da bilimin tüm insanlığa ve doğaya zarar vermesini önleyici, yararlı kullanılması sağlayıcı bir ahlâkî gelişmişlikten yoksun bulunmaktadır. Bunun en son kanıtı, İsrail’in Gazze’ye yaptığı vahşi saldırı ve Arap-İslam dünyasının bu saldırı karşısındaki çaresizliğidir.