Eskilerin seyahat anılarından
Bir önceki yazımda İslam kültüründe bilgi amaçlı seyahate dair kısa bilgiler sunmuştum.
Kuşkusuz başka seyahat çeşitleri de var. Bunlardan biri de ülkelerin coğrafya, tarih, inanç ve kültürlerine dair bilgi toplayıp eser yazmak için yapılan seyahatlerdir. 8. yüzyıl sonlarından itibaren Hint, İran ve Grek kaynaklı matematik, astronomi ve coğrafya çalışmalarının tanınmasıyla bu ilim dalları İslâm dünyasında da gelişmeye başlamış; özellikle coğrafya kitaplarının yazımında, bilgi derleme maksadıyla yapılan uzun seyahatlerin büyük payı olmuştur.
10. yüzyıl coğrafyacılarından Makdisî, “Ahsenü’t-teḳāsîm fî ma‘rifeti’l-eḳālîm” başlıklı ünlü eserini yazmadan önce yaptığı seyahatler sırasında yaşadıklarını anlatır: Sufilerle hamur, keşişlerle çorba, tayfalarla bulamaç yemiş. Geceleri mescitlerden kovulmuş. Çöllerde yolunu kaybetmiş. Haram şeyler yemek zorunda kalmış. Lübnan dağlarında münzevilere arkadaş olmuş. Boğulma tehlikeleri geçirmiş. Soyguncularla karşılaşmış. Kadılara ve bürokratlara hizmet etmiş. Hapislere düşmüş. Ahlâksızlarla yol arkadaşlığına katlanmış. Casuslukla suçlanıp tutuklanmış. Karda kışta kalmış. Ateş pahasına su almış. Defalarca ölümle yüz yüze gelmiş. Serserilerin arasına düşmüş, rezillerin takibine uğramış...
Makdisî’nin hikâyesinden bir kısmını sunduğumuz bu bilgiler, o dönemdeki bilgi aşkına işaret etmesi bakımından ilgi çekicidir. Bu amaçla yapılan seyahat geleneği sonraki asırlarda da devam etmiştir.
***
İslam kültüründe tasavvufî seyahatlerin de önemli bir yeri vardır. Kur’an-ı Kerim’in Kehf sûresinde geçen ve Musa’nın, hakikat bilgisine sahip biriyle (Hızır’la [?]) buluşmak için bir gençle birlikte çıktığı seyahati anlatan kıssa sufilere ilham kaynağı olmuştur. Esasen tasavvufî hayat Allah’a doğru bir yürüyüştür (seyrü sülûk). Farklı yolların (tarikat/turuk) izlendiği bu yolculukta değişik yerlerde (menzil/menâzil) konaklayan, mânevi durakları (makam/maḳāmât) aşan yolcu (sâlik) en sonunda Allah’a ulaşır (vusûl).
Mutasavvıf Kuşeyrî (ö. 1072) “Letâifü’l-işârât” adlı tefsirinde Tevbe sûresinin 12. âyetindeki “sâihûn” kelimesi için “ibret almak gayesiyle yeryüzünde seyahate çıkanlar” veya “varlığın sırlarını kavramak gayesiyle kalp dünyalarında seyahat edenler” şeklinde açıklamalar kaydeder. Kelâbâzî (ö. 990) “et-Ta‘arruf”unda tasavvufun on erkânından birinin de ibret amaçlı seyahatler olduğundan bahseder. Sûfîler, çok seyahat ettiklerinden “seyyâhûn” diye de anılırlar. Sufî tabakat ve menâkıp kitapları, abdal, derviş gibi isimlerle de anılan sufilerin seyahat hikâyeleriyle doludur. Bunların ruhsal gelişmenin sırrını seyahatte aradıkları, bunun için uzak diyarlardan, hatta Endülüs’ten Mekke, Medine, Kudüs gibi maneviyat iklimlerine gittikleri anlatılır.
9. yüzyılın büyük seyyah sufilerinden Ebû Süleyman ed-Dârânî’nin Kudüs seyahati sırasındaki bir anısı, sufi seyahatlerinin mana dünyasının derinliğini anlatan nefis bir örnektir.
“Bir gün, diyor Dârânî, Kudüs yolunda yürürken genç bir kadın gördüm, başını yere koymuş ağlıyordu. Yanına yaklaşıp sordum:
- ‘Neden ağlıyorsun?’
- ‘O’nunla karşılaşmayı bu kadar özlemişken ağlamayıp da ne yapayım!’ dedi.
- ‘O sevdiğin kim?’ dedim.
- ‘Görünmeyeni bilen’ dedi.
- ‘O’nu sevmek için ne yapmak lâzım?’ dedim. Cevap verdi:
- ‘Ruhunu kusurlarından arındırırsan ve canın göklerin sırlı evreninde dolaşmaya başlarsa, Maşukun sevgisine nasıl ulaşılacağını bilirsin.’
- ‘Âşıkların halleri nasıldır?’ dedim.
Cevap verdi:
- ‘Bedenleri zayıf, tenleri solgundur. Gözleri hep yaşlıdır, kalpleri hızlı çarpar, ruhları durmadan sızlar.’ Dedim ki:
- ‘Ey genç kadın! Sendeki bu bilgelik nereden geliyor?’ Cevap verdi:
- ‘Bu, yaş ile kazanılmaz Süleyman!’
- ‘Peki, sana nasıl geldi?’ dedim.
- ‘O’na bağlılığımın ve sevgimin saflığından, iyi ahlakımdan’ dedi.
Sonra ayağa kalktı ve ben ardından bakarken iki dağın arasından kayıp gitti.”