Eleştiri - hoşgörü kültürümüz
Başta toplumu geniş anlamda eğiten, yönlendiren bilim ve düşünce insanları, ilâhiyatçılar, din adamları, hatta siyasetçiler olmak üzere her kesimin eleştirilmeye ihtiyacının olduğu, toplumların her alanda gelişip yükselmesinde bunun büyük payının bulunduğu açıktır.
Ama bu yapıcı eleştirel ortamın oluşmasının birinci şartı, toplumda bir müsamaha / hoşgörü kültürünün de varlığıdır.
Ülkemiz dâhil, İslam toplumlarının tamamında hoşgörünün eskiye göre daha da gelişmesi gerekirken, 100-150 yıl öncesine göre bile ne kadar gerilediği, hatta çoğunda neredeyse ortadan kalktığı, Müslüman dünya olarak son yıllarda verdiğimiz görüntülerden kolayca anlaşılmaktadır.
Elbette hoşgörü, öncelikle güçlülerin sahip olmaları ve sergilemeleri beklenen bir ahlâkî erdemdir. En büyük güç devlet olduğuna göre, hoşgörünün öncelikle devleti yönetenlerde bulunması gerekir. Öyleyse hoşgörü aynı zamanda siyasi bir erdemdir ve özellikle demokrasinin varlık şartlarındandır. Başka yönetim şekillerinin başarılı olmasında da hoşgörünün her zaman büyük payı olmuştur.
***
İslam siyaset kültüründe yönetimin adaletli olması kadar hoşgörülü olmasına da teorik olarak büyük önem verilmiştir. Bunun erken dönemlerden itibaren İslam siyaset düşüncesinin bir ilkesi olduğuna ve önemli ölçüde uygulamaya da yansıdığına dair zengin bir birikim mevcuttur. Aşağıda sunacağım örnek, öncelikle, din farkı gözetmeksizin devletin herkese karşı âdil olması gerektiği yönündeki İslam’ın ilkesini yansıtır. Ama –daha da önemlisi- bu örnek ve sayısız benzerleri, Müslüman yöneticilerin fiilen ilim ve fikir insanlarının uyarıları karşısındaki engin hoşgörüsünün de somut belgelerindendir. Örneğimiz, 1200 yıl önce yaşamış olan Ebû Ubeyd’in Kitâbu’l-Emvâl (Riyad 2007, I, 278) adlı ünlü eserinden.
Eserde anlatıldığına göre, Müslüman yöneticilerle yaptıkları anlaşma çerçevesinde Lübnan dağlarında yaşayan gayrimüslimlerden bir grup yönetime başkaldırmıştı. Olay üzerine dönemin Şam valisi Salih b. Ali isyana katılan katılmayan herkesi yerlerinden sürmüştü. Abbâsîler’in başlangıç yıllarının ünlü bir hukukçusu olup, 774 yılında vefat ettiğinde Beyrut’taki cenaze törenine Yahudi, Hıristiyan ve Kıptîler’in de katıldığı İmam Evzâî, valinin bu uygulamasını öğrenince ona bir mektup yazdı. Şöyle diyordu:
“Nasıl olur da isyan eden bir azınlığın yüzünden oradaki herkesi sorumlu tutar, mallarını elinden alıp yerlerinden sürersin! Allah, bir grubun yaptığı yüzünden herkesi sorumlu tutmaz… Senin burada uyacağın en önemli yasa Allah’ın yasası, uyacağın en geçerli talimat Allah Resûlünün şu talimatıdır: ‘Bir anlaşmalıya zulüm yapanın, gücünün üstünde sorumluluk yükleyenin düşmanı benim!’ Kanı dokunulmaz olanın malı da dokunulmazdır. Onlar senin kölen mi ki, kendilerini istediğin yere sürersin! Onlar devletinin güvencesi altındaki özgür insanlardır…”
Bu mektubun, devrinin en büyük din âlimlerinden birinin kaleminden çıktığına ve Müslüman olmayanların hukukunu koruma amaçlı yazıldığına özellikle dikkat etmeliyiz. Ayrıca mektup, İslam’ın daha ikinci yüzyılına ait olması itibariyle orijinal İslam’ın güçlü bir ahlâkî ve siyasi ilkesini vurgulaması bakımından ihmal edilemez bir öneme sahiptir. Yine bu mektup, hem yönetimin ilim insanlarına saygısının hem de dönemin ilim ve düşünce insanlarının taşıdığı –günümüzdeki güzel deyimiyle- aydın sorumluluğu ve cesaretinin değerli bir belgesidir. Nihayet mektup, çağdaş Müslüman toplumlardaki din âlimlerinin devlet ve siyaset çevreleriyle ilgili tutumlarının, İslâmî ilke ve değerlerle ne oranda uyuştuğunu anlamak için de –pek çok benzerleri gibi- bir mihenk taşıdır.
Modern Batı toplumları –haklı olarak- gerektiğinde kendi kültürel kaynaklarına referansta bulunmayı, oralardan beslenmeyi ihmal etmezler. Bizim de içinde yaşadığımız çağı insan onuruna ve temel insani değerlere göre inşa etmemiz için yararlanacağımız, böyle sayısız yüksek kültürel kaynaklarımız vardır. Özellikle tarihçilerimiz ve ilâhiyatçılarımız bunları çağımıza sunmak zorundadırlar.