Düştüğümüz yer
Kur’an’ın ilham kaynağı olduğu İslâm düşüncesinde âlemdeki varlık ve olayların kuruluş ve işleyişinde hayranlık verici bir ahengin bulunduğu kabul edilir ve bu ahenk, hikmetli bir iradenin, tutarlı bir yönetimin, ince bir düzenin sonucu olarak değerlendirilir. Müslüman düşünürler çoğunlukla “gaye” ve “nizam”, bazen de yerine göre “adl”, “itidal”, “tenasüp” gibi tabirlerle ifade ettikleri bu ahengi, Allah’ın inayetinin (küllî bilgisi ve takdirinin varlık, güzellik ve iyilik yönünde tecelli edişinin) bir sonucu kabul ederler. Onlara göre “inayet”, Allah’ın en yüksek derecede hayır ve kemal nitelikleri taşıyan ezelî bilgisinin eseridir. Ahenk, âlemin küllî kuruluşundan başlamak üzere bütün varlık kademelerine hâkimdir. İslâm felsefesindeki” feyiz” ve “işrâk”, tasavvuftaki bunlara ilaveten “tecellî” nazariyeleri, bu küllî inayeti ve onun âleme yaydığı ahengi anlatır. Bütün İslâm mütefekkirleri bu genel nizamı Allah’ın cömertliğinin (cûd) zorunlu neticesi sayarlar.
Hz. Peygamber’in, “Allahu cemîlun yuhibbu’l-cemal” (Allah güzeldir, güzelliği sever) sözünden de faydalanan İslâm düşünürleri güzelliği Allah’ın niteliklerinden biri olarak görürler. “İyilik” (hayır) ile “güzellik” (cemâl, hüsün) arasında, keza “kötülük” (şer) ile “çirkinlik” (kubuh) arasında kesin bir ilişki vardır. İslâmî literatürde iyi işler, aklın aşırılık olarak değerlendirdiği sapmalardan uzak olduğundan, aynı zamanda “güzel” (hasen) terimiyle ifade edilmiştir. Çünkü iyi yalnız akıl ve iradeyi değil, vicdanı ve estetik duyguyu da tatmin eder. Yani iyi ve erdemli davranış yalnız akıl tarafından doğru bulunup onaylanmakla kalmaz, duygusal olarak da beğeni ve hayranlık uyandırır; benzer şekilde kötülük de nefret ve tiksinti doğurur. Şu halde ahlak ile estetik arasında ontolojik bir ilişki vardır.
İslam felsefesinde evrendeki estetik düzenle insandaki ahlâkî-siyasi düzen arasındaki ortak kavram “adl”dir. Kısaca söylersek, ilâhî yasaların aksaksız işlediği evrende kevnî (kozmolojik) adalet hâkim olduğu gibi, yine ilâhî yasa uyarınca özgürlük alanı kılınmış olan bireyin hayatında ahlâkî adalet, devletin/toplumun hayatında da siyasi adalet hâkim olmalıdır.
***
Bu söylenenlerden dolayı, Müslüman filozoflar, mutasavvıflar ve başka birçok düşünce insanları Kur’an’ı ve dini bu evrensel boyutuyla okumaya yönelmişlerdir. Onlar, mutlak güzel ve en yüksek iyi olduğuna inandıkları Allah’ın eserlerinde gözlenen güzellik ve ahengi, insanın imkân ölçüsünde kendi psikolojik donanımlarına, ahlâkî melekelerine, işlerine ve eserlerine de yansıtması gerektiğini düşünmüşlerdir. İşte ihtişamla tevazuu öylesine buluşturan büyük mimari eserlerden, insanı hayranlık ötesi duygulara taşıyan mezar taşlarına kadar; hat, mûsikî ve süslemelere kadar bütün sanat eserleri, arz ettiğimiz İslâm maneviyatının düşünüş ve duyuşunun maddi nesnelere yansımış birer açılımıdır. Sanatlar ve genel olarak hayat gelişir ve çeşitlenir; ama arkasındaki bu ruh ve mana asla kaybolmamalıdır.
İlk Müslüman nesiller, Kur’an’ı –geçen haftaki yazımda bahsettiğim- evrensel boyutuyla okudular; bilim, felsefe ve sanatı geliştirici bir bakışla kavradılar. Bilim, felsefe ve sanatın gelişmesi demek, birey ve toplum olarak insanın gelişmesi demektir. Öyle de oldu: Başta beş asırlık Abbasi-Endülüs ve altı asırlık Osmanlı döneminin büyük kısmının tarihi, –o günkü dünya şartlarında- en dikkat çekicisi çoğulculuk ve çok kültürlülük olmak üzere, birçok alanda insanlığın bugün bile uzağında olduğu temel insani değerleri yaşatan uygarlıkların tarihidir.
Sonuca baktığımızda biz Müslümanlar, fanatizm ve dogmatizmin girdabına düşen din öğretiminden ve dinî oluşumlardan başlamak üzere, hayatın her alanında bu yüksek düzeyli dinî düşünüş ve duyuşu kaybetmekle hem bilimde ve estetikte hem de ahlak, siyaset ve genel olarak insan ilişkilerinde saçmalık ve hoyratlığa savrulduk. Şu halde düştüğümüz yerden kalkmamız gerekiyor.
İlâhiyat camiası ve İslam ülkelerindeki benzer akademik kurumlar, başta Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimizin Sünneti-sîreti olmak üzere, İslâmî birikimi bu küllî ve evrensel perspektiften okumak-okutmak, anlamak-anlatmak zorundadırlar. Düştüğümüz yerden kalkmamızın başka türlü imkân ve ihtimali yoktur.