‘Din dili’ sorunumuz
Yarım asırdan beri, bir yandan iyi kötü dinî bilginin içindeyim, onu anlamaya çalışıyorum; bir yandan da insanların içinde yaşıyorum, bu çağı anlamaya çalışıyorum. Gördüğüm şu: Önümde bir bu çağda yaşaması kaderi olan bir insanlık dünyası ve Müslüman dünya var. Bir de toplumsal gerçekliğin kültürünü, örfünü, içinde yaşadığı olguları dikkate aldığını, insanlığa vermek istediğini bu gerçeklikler üzerinden verdiğini, buna göre bir dil kullandığını gördüğüm Kur’an ve Peygamber var. Kur’ân-ı Kerîm’in geldiği Peygamber çağında, o toplumda ve o şartlarda insanla iletişim kurmanın yolu bu idi.
Şunu görüyorum: Kur’an’ın ve Peygamber’in kullandığı, kaçınılmaz olarak tarihsel olan dilin arkasında daima evrensel olan inanç ve değerler dünyası var. Hz. Peygamber’in Veda Hutbesi, küçük gibi duran büyük bir örnek: O günün Arap toplumunun (üç aşağı beş yukarı dünya da öyleydi) başlıca insanî sorunlarının ele alındığı bu muhteşem konuşmada –mesela- önce mutlak olarak ‘emanete riayet’in önemi vurgulanıyor, sonra “Kadınlar size Allah’ın emanetidir” deniliyor. Biz bu hutbeyi şöyle anlar ve anlatırsak bugünün insanlığıyla hutbe arasında bir bağ kurmuş oluruz: Emanet o gün kadın idi, başka zaman başka kişi veya nesne olabilir. Önemli olan şudur: “Senden daha zayıf olanı bir sömürü konusu değil, üzerine titremek zorunda olduğun ilâhî bir emanet bil.”
Biz Veda Hutbesini, anlatmak istediği ilkeler üzerinden okuyup anlatmaz da “Dünya ve insanlar ne kadar değişirse değişsin, bütün zamanlarda, bütün kadınlar bütün kocalara emanettir” diyen bir dil kullanırsak (ki, kullanılan dil genellikle budur), bu dil günümüz kadınına ters gelecek ve onu en azından rahatsız edecektir. Nitekim böyle bir dilden artık birçok eğitimli mütedeyyin kadınlar dahi rahatsız olmaktadır.
***
Mensubu olduğum, bundan da şeref duyduğum İlâhiyat camiası dâhil, halen İslâm ulemasının kullandığı din dili, söylediklerimden farklı değil. Bu camia pratik hayatıyla kaçınılmaz olarak bugünde yaşıyor ama zihin dünyasıyla geçmişte yaşıyor. Bu çelişkinin sebepleri arasında biri ahlâkî, diğeri entelektüel olan ikisini özellikle belirtmek isterim.
Ahlâkî olanı şudur: Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in Sünneti ve İslâm ahlâkının diğer kaynaklarında en başta gelen erdemlerden birinin, insanın kendine bakması, kusurlarını görmesi ve bunları dürüstçe kabul edip tamiri yoluna gitmesi, yani özeleştiri yapmasıdır. Her vesileyle belirttiğim gibi Türkiye’mizde ve genel olarak İslâm dünyasında öncelikle Müslüman bilim ve fikir insanları gerek bireysel gerekse kurumsal düzeyde böyle bir özeleştiri yapmıyorlar; yapılmasından da rahatsız oluyorlar.
Entelektüel sebep ise dinî bilgi, düşünce ve dilin güncelleştirilmemiş olmasıdır. Özetle söyleyecek olursam: a) Sunulan bilgi –İslâm’ın ilk yüzyıllarında olduğunun aksine- çağın insanının manevi, ahlâkî, toplumsal sorunlarını çözücü bir karakter taşımıyor; b) Bu düşünce çağın insanının zihin kodlarıyla uyuşmuyor; c) Bu dil çağın insanına bir şey söylemiyor. Böyle olunca samimi insanlar bu bilgi, düşünce ve dil karşısında bir ikilimde kalıyorlar: Ya kendi dünyalarını bu bilgiye, bu düşünceye ve bu dile uyarlıyor ama o zaman da çağdan kopuyorlar. Veya bu bilgi, düşünce ve dil ile ilgilenmiyor ama o zaman da dinden kopuyoryar.
***
Bir umudumla bitireyim: Türkiye’de son derece önemli olan yüzyıllık birikimin ardından yeni bir siyasal sistemin uygulamaya konulduğu şu dönemde, Türkiye’yi yönetenler, İslâm dünyasının belirttiğim din bağlantılı tıkanmışlıktan kurtulmasını sağlayacak yeni bir ufuk açabilirler. İslâm tarihinin yarıdan fazlasında Müslüman ümmeti yönetmiş olan bu ülkenin çocuklarının böyle bir tarihî sorumluluğu olduğuna ve bunu başaracağına inanıyorum.