‘Çocuk yaştakileri evlendirme’ fetvası
Öncelikle bilelim ki, çocuk yaştakilerin evlendirilmesinin meşruluğuna dair hiçbir dinî kanıt yoktur. Hz. Aişe hakkındaki sahihliği şüpheli (âhad), içeriği çok daha tartışmalı rivayete gelince, modern dönemde Hz. Aişe ile -ablası Esma gibi- devrin başka insanlarının doğum-ölüm tarihleri ve yaşları üzerinden yapılan karşılaştırmalı bilimsel çalışmalarda Aişe’nin Peygamberimizle 18 yaşında evlendiği sonucu çıkarılmaktadır. (Bu tür bilimsel çalışmalardan çıkan sonuçların, rivayetlerden daha güvenilir olduğu yönündeki kanaatim gittikçe güçlenmektedir.)
Esasen “Çocuk yaştakileri evlendirme”, İslam öncesine ait din-dışı bir konudaki Arap-bedevi örfünün fukaha tarafından İslam’a yamanmasından başka bir şey değildir. Birileri, “yasak yok, öyleyse serbest” diyerek aklısıra bu iğrençliklere dinî meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlar. Bu fetva bana Muhammed İkbal’in şu ifadesini hatırlatmıştı: “… Sofi ve molla öyle teviller yaptılar ki, Allah da Cebrail de Muhammed de hayretler içinde kaldı!” Zihinleri eski bilgilerin çöplüğü haline gelmişlerin dışında kalan akıl ve vicdan sahibi her Müslüman, her insan, dinin de hukukun da ahlakın da böylesi iğrenç işleri ya açıkça veya genel ilkeler içinde yasakladığını görür. Nitekim bu skandal fetva ve uygulamaların Kur’an’da reddedildiğine dair “ma‘rûf” gibi onlarca küllî muhtevalı kavram, “Zulmetmeyeceksiniz, zulme boyun eğmeyeceksiniz” gibi onlarca küllî/kategorik hüküm ve ilke var.
Kabul edelim ki, kutsal -Kur’an’da ve sahih Sünnet’te olmasa da- sonradan üretilen, ama “sofi ve molla”nın kafasında Kur’an’dan daha kutsal olan fıkıh mirasımızda böyle ruhsatlar var. Sofi ve molla, Kur’an’a ve sahih Sünnet’e onaylatamadığı kendisinin veya başkalarının kaba haz arayışlarını bu fıkıh kültürüne onaylatıp, üstüne de “Şeriat” (şimdilerde ‘İslam hukuku’) etiketini yapıştırır. Böylece -yine İkbal’in deyimiyle- “sofi ve molla, kâfir üreten bir mümin” olmuştur artık. Şimdilerde olduğu gibi.
İşin aslı budur ve işin aslının bu olduğunu topluma anlatması, hele böyle durumlarda asıl konuşması gerekenler, sayısı 100’ü aşan İlâhiyat Fakültelerimizin “İslam hukuku” hocalarıdır. Ama böyle zamanlarda ve böyle konularda onlar –birkaç istisna dışında- hep sustular.
Neden?... Biraz demirin filizinden başlamam gerekiyor.
***
Geleneğimizdeki fıkhın, bir dinî olan “İbadetler” kısmı var. Bu kısım ülkemizde okutuluyor, okutulması da gerekiyor; çünkü uygulanıyor. Fıkhın bir de İlâhiyat/İslâmî İlimler fakültelerinin “İslam Hukuku” Anabilim dalında okutulan hukuk, siyaset, iktisat gibi dünyevi alanlara dair “Muâmelat” kısmı var ki, Anayasa ve yasalarımız gereğince bu kısım uygulanmıyor. Öyle olduğu halde, bu fakültelerde hoca kadrosu en geniş, ders saati en çok anabilim dalı “İslam hukuku”dur.
Neden?... Bir kanaatim var ama yerim dar!
Dikkat çekici bir husus da “İslam hukuku” derslerinde klasik mirasımızdaki içeriğiyle “fıkıh” ilminin okutulmasıdır. Buna göre, dersin adında illa da “hukuk” kelimesi bulunsun isteniyorsa (buna çok hevesliyiz çünkü!), o zaman anabilim dalının ve dersin adı da “İslam hukuku” değil, “fıkıh hukuku” olmalıdır. Zira kitaplar yeni yazılmış da olsa içerikleri eski fıkıh külliyatındandır. Derslerin sadece adı yeni. Ama uygulamada İslam’ın asıl kaynakları olan Kur’ân-ı Kerîm’den ve sahih Sünnet’ten, çağımız Müslümanlarının ve insanlığın dağlar gibi insani, hukuki, siyasi, ekonomik sorunlarına; bireysel, ulusal ve uluslararası adaletsizliğe, hak ihlallerine… çare olacak; insan ve insanlık ilişkilerine ahlâkî ruh, erdem ve yücelik katacak yüksek fikirler, bilgiler, ilkeler üretilmiyor. Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’nin, dönemin İstanbul medreseleri için dediği gibi, “kuru kavil geveleniyor.”
Sonuçta anılan hocalarımız konuşmazlar; çünkü bu yapıda onlar da sorunun/fetvanın bir parçasıdırlar.
Aslında ana sorun, eski fıkhımızda ve âlimlerimizde de değil. Ana sorun, bugünün Müslüman toplumlarının zihin dünyasını inşa eden âlimler, hocalar, “mollalar ve sofiler”in çok önemli bir kısmının -hep söylediğim gibi- bedenleriyle bu çağda, zihinleriyle bin yıl öncesinde yaşamalarıdır.
“İslam’a ve medeniyetimize karşı iç ve dış düşman” senaryoları üretenlere, şunu düşünmelerini öneriyorum: Böyle fetvalar veren ve uygulayan “din ve cemaat önderlerimiz”, onları masum göstermek için kırk dereden su getiren “İslamcı” hocalarımız, yazarlarımız varken düşman aramaya ne hacet! Düşman dedikleri de bunların ürettiği malzemeyi kullanmıyor mu? “İç ve dış düşmanlar”ın zahmet çekmelerine lüzum yok: Bizim “kâfir üreten” yeterince sofimiz, mollamız var.