Bizde Doğu tipi despotizmin tarihi
Kur’ân-ı Kerîm’de halife (ve çoğulu hulefâ, halâif) kelimesi, 7 ayette “arz” (yeryüzü, dünya, ülke) ile birlikte hâkimiyet ve yönetim anlamını içerecek şekilde kullanılmıştır; 3 ayette de “eski bir toplumun yerini alanlar” anlamını çağrıştırıyor (“ḫ-l-f” kökünün esas manası budur.) TDV İslam Ansiklopedisi’nin “Hilâfet” maddesinde “Kur’an’da… halife, halâif ve hulefâ kelimeleri kullanılarak insanın Allah’ın yeryüzündeki halifesi olduğu sıkça tekrarlanır” denilmiştir ki, bu bilgi kesinlikle yanlıştır. Uygulamada devlete ve devlet başkanına yansıyan insanın “Allah’ın halifesi” olduğu düşüncesi, Fars (İran) kültürüne aittir. Kur’an açısından devlet başkanları hatta –vahiy olayı ile ilişkisi dışında- peygamberler dâhil, hiçbir insanın, onu kutsallaştıran, kısmen veya tamamen sorgulanamaz kılan “Allah’ın halifesi” veya “gölgesi” olma özelliği yoktur. Ahlak yönünden kabul edilemez olan bu anlayışın dinen de yanlış olduğunu gösteren deliller vardır. Mesela Kur’an’da (Medine döneminde) bir kadınlar heyetinin Resûlullah’ın peygamberliğini ve liderliğini tanımak üzere huzuruna geldiğinden bahsedilir. Ayette onlara bazı görevleri bildirilmişti.
Bunlardan biri de Peygamber’e saygı ve itaat göstermekti; fakat Peygamber’in taleplerinin “iyi ve meşru” (ma‘rûf) olması şartıyla…
Besbelli ki, bu şart bir ahlâkî yönetim ilkesi getirmektedir. O da yöneticinin buyruklarının, karar ve uygulamalarının ma‘rûf; yani iyi, doğru, adil ve hakkaniyete uygun olduğunun apaçık bilinirliğidir. Uygun olmazsa itaat de düşer. İlginçtir ki aynı şart, Hz. Peygamber’in Hicret öncesinde Mekke yakınındaki Akabe’de Medinelilerle yapığı anlaşmalara da girmiştir.
Bu tür örnekler, bağlamsal olarak Hz. Peygamber’le ilgili olsa da bağlamın ötesinde genel bir yönetim prensibini işaret etmektedir. Nitekim uygulamada da, erkeğiyle kadınıyla Sahâbîlerin, gerekçelerini anlamadıkları Hz. Peygamber’in bazı tasarruflarını sorguladıkları, ona ve sonraki halifelere muhalefet ettikleri olaylar var. Bunların belki en sert olanı, Hicretin 6. yılında Mekke civarındaki Hudeybiye’de yaşanmıştır. Hz. Peygamber’in, Mekkeli müşriklerin temsilcileriyle yaptığı anlaşmada (görünüşte) aşırı tavizler verdiğini düşünen Hz. Ömer ve onula aynı fikirde olan birçokları anlaşmayı eleştirmişler, hatta dönüş sırasında bir süre Hz. Peygamber’in buyruklarına uymayanlar olmuştur.
Gerçi sonraları bu anlaşmanın sağladığı bir sürü olumlu gelişme onları mahcup etmişti. Fakat önemli olan şu ki, onlar, akıllarının yatmadığı Peygamber uygulamalarına bile karşı çıkmışlar; Hz. Peygamber de buna haklarının olduğunu kabul etmiş, böyle durumları olgunlukla karşılamış; hatta birçok kez, en küçük bir komplekse kapılmadan, itirazcıların fikirlerine uymuştur. İslam’ın yönetim ilkesi budur.
***
“Devlet babadır, sever de döver de; devlete hesap sorulmaz; devlet başkanı ‘Allah’ın vekili’ (halîfetullah), ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’dir (zıllullâhi fi’l-arz); ‘fâsık da olsa’ ona itaat edilir” telakkisi Câhiliye Arap kültürüne de İslâmî siyasal düşünceye de yabancıdır. Müslümanların devletinin kuruluş aşaması olan Hz. Peygamber ve dört halife döneminde böyle telakkiler yoktur. Bu yönetim anlayışı ve pratiği, devletin kuruluşunu tamamlama sürecinde Emevî yönetimince İran siyaset düşüncesinden alınmış, yerleşik uygulama halini almış, dinî literatürümüze de girmiştir.
Câbirî’nin de Arap Ahlaki Aklı adlı kitabında anlattığı gibi, devleti ve devletin başını kutsallaştıran Fârisî orijinli bu düşünce, Emevî yönetiminin, siyasal baskılarına dinden destek almak için sarıldığı cebirci (özgürlük karşıtı) ulema fetvaları ile tam uyumlu bir yönetim anlayışıdır. Bu anlayışı Emevi halifesi Velid b. Abdülmelik (öl. M. 715) şöyle dillendirmiştir: “Kim bizim aleyhimizde içinden düşündüğünü dışa vurursa iki gözünü taşıyan şeyi (kellesini) uçururuz!” 20. yüzyıl başlarında Max Weber’in patrmonyalizm adını verdiği bu “Şark tipi despotik yönetim tarzı”, Müslüman dünyada, baştakinin keyfine göre, –bazen baba şefkatiyle, bazen ağır baskı şeklinde- hep devam etti.
Konunun beni birinci derecede ilgilendiren tarafı ise Gazâlî’nin (öl. M. 1111), günümüz Müslüman toplumlarındaki nice sarıklı-sarıksız benzerlerini de içine alan şu şikâyetinde saklı:
“…Dünya beklentileri âlimlerin dillerini bağladı. Bu yüzden de suskun kaldılar. Konuştuklarında da halleri sözlerini desteklemediği için başarısız oldular… Halkın bozulmasının sebebi yöneticilerin bozulması, yöneticilerin bozulmasının sebebi de âlimlerin bozulmasıdır... Dünya sevdasının hükmü altına girenler, ayak takımını bile kötülükten engelleyemezler; nerede kaldı ki yöneticileri ve uluları engellesinler!” (İhyâ, çev. M. Çağrıcı, II, 505).