“Bir kuru sûret oldu ekser nâs”
Öncelikle kestirmeden belirteyim ki, Batı Hıristiyan medeniyeti ve İslam medeniyeti; kökü bir olan dünyanın bu iki büyük medeniyeti de aynı krizin derinliklerine doğru yuvarlanıyorlar. Müslüman ulema dogmatik uykusunda uyuyadursun, birçok yabancı entelektüel bunu konuşup yazıyor.
Modern Batılı kültür ve onun uç noktası olan kapitalizm (ki, Fukuyama onu “tarihin sonu” diye kutsamıştı), -Max Weber’in de itiraf ettiği üzere- beş asır önceki kurucusu koyu dindar Jean Calvin’in kemiklerini sızlatacak derecede insanın özünü yüksek manevi duygulardan, ahlâkî amaçlardan boşalttı. Hayatı maddeleştirdi/bedenleştirdi, bencilleştirdi. Hayatı, Peygamberimizin tabiriyle “altın kulluğu”na, Marx’ın aynı anlamdaki deyişiyle “altın fetişi”ne hapsetti; sonuçta insanı ve insanlığı, bu kültürdeki deyimiyle “caput mortuum” (ölü kafa/beden) haline getirdi.
Benzer bir yıkım, bizim kültürümüzde, dinin özündeki o derin manevi/ahlâkî, iradeci ve atılımcı ruhu söndürerek dini kuru formel kalıplar haline getiren, “tavr-ı kadîm”den milim sapmayı insanlara “dinden sapma” diye anlatan koyu gelenekçi skolastik ulema; ve de tasavvufu “tac ile hırka”ya indiren; “şeyhliği şahlık”, mürşidliği “mana sultanlığı” yapıp, insanı “üsttekiler” için kullanışlı, irade-özgürlük-üretkenlik yoksunu nesneye dönüştüren sözde sûfiler eliyle oldu. Nihayetinde, kendisi de mutasavvıf-mütefekkir olan İsmail Hakkı Bursevî’nin ifadesiyle “BİR KURU SÛRET OLDU EKSER NÂS”. “Bir kuru sûret”; Batılı “caput mortuum”un tam karşılığı; Akif’imizi çileden çıkaran atalet:
“… Ey dipdiri meyyit! İki el bir baş içindir.
Davransana! Eller de senin, baş da senindir.
His yok, hareket yok, acı yok. Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana! Sen böyle değildin…”
***
Aslında doğru anlamıyla tasavvuf, Kur’an ve Sünnet’teki arı duru dindarlığa ve ahlâkî kemale ulaşma gayretidir. Kur’an ve Sünnet, Hint çileciliği, Hıristiyan ruhbanlığı gibi koyu mistik ve çileci temayüllere onay vermez; aksine evlenmeye, dünya için çalışmaya, hayatın lezzetlerinden makul ölçülerde yararlanmaya çağırır.
Peygamberimiz tüccar bir ailenin çocuğuydu. Kendisi de Hatice annemizle evlendikten sonra peygamberlik görevini yükleninceye kadar ticaretle uğraştı. Diğer Müslümanları da eski iktisadi faaliyetlerini sürdürmeye teşvik etti. Ancak o, hem öncesinde hem de peygamberlik sürecinde -aşırılıkları reddetse de- kişisel olarak sade bir hayatı tercih etti; çevresindekileri de böyle bir yaşayışa özendirdi, mutluluğu sadelikte bilmeyi öğretti.
İlhamını bu öğretiden alan tasavvuf, servetler sahibiyken bile “fakrı fahr bilme”yi, bir tek lokmaya sahipken bile bütün coşkusuyla Allah’a şükretmeyi içleştirmiş yüksek bir ruha, mükemmel bir insanî hayata ulaşma arayışının ortaya çıkardığı gerçeklikti. Çünkü Kur’an, inananlarından böyle bir ruh ve hayat istiyordu. Ahiret kurtuluşunu dünyanın düzgün yaşanmasına bağlayan Kur’ânî yaklaşıma göre, bu dünyanın imkânlarını fani hazlar için kullanmak yerine, ebedi hayattaki kurtuluşa götürecek “kalıcı iyi işler” (el-bâkıyâtu’sâlihât) için değerlendirmek, işi ibadet yapmak gerekirdi.
Genel İslâmî düşünceye göre Müslüman, varlığın derinden temaşası ve görünenin arkasındaki anlamın kavranması gibi epistemolojik gayretlerinin yanında, ibadetlerine ve her türlü iyilik eylemlerine (sâlihât/hasenât) niyet ve ihlâs gibi kalbî hasletlerle ahlâkî değer ve anlamlar kazandıracak. Müslümanın vicdanına, dünya hesaplarının ötesinde, Kur’an’ın “takva” dediği Allah karşısında derin dinî-ahlâkî sorumluluk şuuru hâkim olacak. İnsan, yine Kur’an’da “hevâ” adı verilen nefsinin saptırıcı eğilimlerine karşı tedbirli olacak. “en-Nâsü iyâlullah” hükmünce, bütün insanlığa aynı ana babadan gelen bir aile gözüyle bakacak. Hatta -Kur’an’ın açıklamalarından ilham alarak- yerde-gökte canlı cansız ne varsa hepsini, kendisi gibi Allah’ı tesbih eden “kudret işaretleri (âyât)” bilip sevecek…
Kısacası tasavvufun doğuşunun arkasında böylesine yüksek bir entelektüel ve ahlâkî arayış vardı. Ve Müslümanlar, insanlık âleminin şimdiki dibe vurmuşluktan kurtulmasına katkı sağlayacağı kesin olan bu tasavvufu insanlığa sunamadıkları için büyük vebal altındadırlar.