Aslolan saygı değil mesafe
Stresli dönemler, kalıcı sonuçları olan tecrübeler bırakır insan hayatında. Toplum hayatında da aynı teorinin geçerli olduğu düşünülebilir. Fakat durum tam olarak öyle değil. Yaşadığımız toplumsal streslerden tarih tekerrürden ibarettir tesellisinin ötesinde bir sonuç çıkaramıyoruz. Son üç yüzyılımız belki nicelik olarak değil ama nitelik olarak birbirinin nerdeyse benzeri olayların ve sıkıntıların tekrarından ibaret.
Toplum olarak olaylardan ders çıkarma kabiliyetimiz yok mu? Bu “toplum eleştirisinin de” aslında “gizli totaliter” bir yönü var. Toplumsal olaylardan çıkardığımız ‘’şahsi’’ sonuçların genel kabul görme beklentisi/saplantısı bu sonuca varmamıza neden oluyor. Toplumsal uzlaşma dediğimiz düşüncenin temelinde, kendi doğrularımızı toplumun diğer kesimlerine dayatma motivasyonunun olabileceğini yeteri kadar hesaba katmıyoruz.
Zaten hayal edilen toplumsal uzlaşmayı demokrasileri görece sorunsuz işleyen ülkelerin de sağlayabildiğini düşünmüyorum. Bu ülkelerde ihdas edilen düzende, ahlaki bir meziyet olarak uzlaşma kültürünün çok az bir rolü var. Bu ülkelerde uzlaşma diye gördüğümüz şey, sistemin yürümesi ve bekası için anayasanın, tartışılabilir olduğu da hesaba katılarak, ortak bir zemin oluşturması yönünden yapılan rasyonel bir tercih.
***
Batı demokrasilerinde farklı dünya görüşleri ya da sınıflar birbirleriyle sonsuz bir hoşgörü içinde değil birbirlerine karışmadan yaşıyor. Bir ateistle bir dindar, bir sosyal demokratla bir liberal ya da bir kentli ile bir köylü birbirlerine sonsuz sevgi ve saygı besleyerek değil, daha çok birbirlerinin alanına girmeden hatta birbirlerini umursamayarak yaşıyor. Söz konusu olan birlikte, iç içe bir yaşam değil, asgari temasla yan yana sürdürülen bir yaşam. Yani aslolan saygı değil mesafe.
Bu ülkelerde anayasa da herkesin birbirine hoşgörülü olmasını vadeden ya da vaz eden bir metin değil, toplumun en azından geniş kesimlerinin varlığını, sınırlarını bir anlaşmayla garanti altına alan bir sözleşme. Hatta okuduğunuz açıya göre pragmatik bir anlaşma bile sayılır. Eşyanın tabiatı gereği hiçbir anayasa bir ülkede yaşayan tüm dünya görüşlerinin, dinlerin ve ideolojilerin gelecek beklentilerini eşit seviyede sağlayacak bir metin olamaz. Anayasanın sağlayabileceği en önemli değer, birlikte yaşamı yasal garanti altına alacak ilkeleri tespit etmek.
Yüzyıllardır peşinde koştuğumuz toplumsal uzlaşma aslında hayal ettiğimiz bir uzlaşmanın gerçekte mümkün olmamasından kaynaklanıyor olabilir. Her güçlü iktidarın toplumu kendi arzusu doğrultusunda dizayn etme amacıyla teklif ettiği yeni anayasalar, toplum hayatı için kısa sayılacak bir sürenin sonunda, artık yeterli olmadığı gerekçesi ile yeniden anlamını kaybediyor. Tarihin bizdeki görevi de zaten sadece tekerrür etmek.
***
Belki de siyasi olmayan bir konuyu siyaset eliyle düzeltmeye çalışıyoruz. Siyaset sorunları çözmeye kalkınca, öncelik de siyasi oluyor. Herkesin birbirine saygı duyduğu bir düşünce yerine, herkesin ötekini rahat bıraktığı ancak yasalara ve anayasaya saygı duyduğu bir anlayışa geçmek gerekiyor. Her görüşe saygı duymamıza gerek yok. İnsana saygı duymakla işe başlayabiliriz.