Yolların tozu
Sivas, Divriği, Eğin, Arapgir, Harput, Pertek, Tunceli ve Elazığ-Malatya üzerinden İstanbul’a geri dönüşle sonlanan kısa seyahatimiz, her seyahat gibi bize yeni şeylerin kapısını açtı.
Yollarda bizim gibi seyyahlarla, fotoğrafçılarla ve dostlarla buluştuk, karşılaştık, sohbet ettik, hatta bir gece meşke dâhil olduk.
Pertek’teki arabalı vapurda martılara simit bile attık, Tunceli’deki en büyük Cemevi’ni ziyaret ettik. Yolculuğun bize açtığı insan ve tabiat kaynaklı değişik kapılardan geçtik.
İnsanın şimdilik ve her nasılsa dokunmadığı yerlerdeki kalmış birkaç tabiat parçasına uzun uzun baktık. Şehirlerin içi genel olarak İstanbul caddelerinde arz-ı endam eden tabelalar, zincir mağazalarla kuşatılmış ve çok sıradan. Yeni blok yapılaşmalar da öyle maalesef. Üst üste beton beton beton.
Ama dikkatle bakıp ara sokaklara, yan yollara dalınca yine de şehrin, kasabanın ruhundan geriye kalan birkaç iç çekişe rastlamak mümkün. Yıkılmaya yüz tutmuş bir konak, ben buradayım diye şırıldayan bir çeşmecik, oradan sessizce geçmekte olan asırlık bir nine veya dede, geçmişin kazanlarını kaynatan bir lokanta…
Yol arkadaşlarımın kişisel ilgi ve müktesebatlarının zenginliği, aramızda çeşitli düşünsel ping pong toplarının hızla çevrilişi, kimi şehirlerde kısa süreliğine de olsa aramıza katılan veya aralarına katıldığımız neşeli birikimler. Güngörmüş muhtelif eşhasın izlenim ve yorumlarını dinlemek…
Ve her yerde vazgeçilmezimiz çay çay çay.
İnce belli bardaklarla başlanıp biten şehir, köy, kasaba yolculukları.
Anadolu’da yolculuğa çıkmak, bana içimde bir yolculuğa çıkmak gibi geliyor hep.
Ve biz bu muhteşem zenginliği tekdüze bir tüketim kültürünün görünür görünmez sınırlılığına terk etmiş gibiyiz.
Her yer AVM veya TOKİ görünümüyle kaplandığı zaman herkes mutlu olmayacak.
Her yerdeki çeşmeler kuruduğunda, yerel lezzet ve estetik unsurlar unutulduğunda aradığımız ideal dünya gerçekleşmiş olmayacak.
Bütün sokakları birbirine benzeyen şehirler ve bütün şehirleri birbirine benzeyen ülkeler sıkıcıdır. Bir zamanlar İstanbul’da her semtin ayrı bir kokusu varmış. Şimdi durum başka, bambaşka.
Eğin’de her yerden buz gibi su fışkırıyordu.
Munzur tertemiz ve berrak akıyordu.
Kızılırmak’ı zor tanıdım. Fırat derindi. Keban bildiğiniz Keban’dı.
Boğaz’a gelince hepsi orada kaldı.
Yola çıkmalı, akmalı akmalı.
*
Dün yapılan törenle adlî yıl başladı.
Teknik açıklamalar dışında hemen herkesin ana vurgusu adalet idi.
Sayın Cumhurbaşkanımız da adalete özel olarak atıfta bulunan bir konuşma yaptı.
İnsanlığın ezel/ebed ana ihtiyacı olan adalet değerinin hayat içerisinde karşılık bulup bulmaması ana mesele olarak aranmaya ve sorulmaya devam edecek. Adalet yoksa ne kuş uçar, ne de ağaçlar ayakta kalır.
Bu bağlamda Hz. Ali’nin “Devletin dini adelettir” sözünü bir defa daha hatırlayıp susalım.
*
Belki bilirsin bu hikayeyi
Bir adamla çocuğu bir eşeğe binmiş, işleri dolayısıyla şehir şehir dolaşıyorlarmış. ilk şehre ulaşınca insanlar zavallı eşek iki zinde adamı taşımış deyip ikisini de yerin dibine sokmuşlar. Babası binmiş oğlu yürümüş. Gittikleri sonraki şehirde insanlar bağırmış. Adama bakın şu genç savunmasız çocuğu çöl sıcağında sürüklüyor kendi eşeğin üzerinde keyif sürüyor. Sonraki şehirde çocuk binmiş babası yürümüş. İnsanlar bu sefer de gençsin sağlıklısın yaşlı babana işkence ediyorsun demiş. Bu sefer ikisi de eşekle yürümeye karar vermişler. Bir sonraki şehirde insanlar gülmüş. Şu iki saf adama bakın niye eşeğe binmiyorlar! Sonunda ikisi de yeter be deyip eşeği sırtlarında taşıyarak yollarına devam etmişler....’’
Çoğu zaman insanların eleştirilerine göre yaşayabilmek için eşeğimizi sırtımızda taşımak zorunda kalıyoruz. Tatil bitiyor.. Sırtımızdaki eşekleri indiremedik ki dinlenelim..