Yıkım Mimarlarını Beklerken
Kötü söz söyleyen bir adamın yanından uzaklaşmak mümkündür. Uzaklaşma imkânı yoksa, kulağımızı tıkadığımızda o adam ağzı açılıp kapanan bir robota dönüşür.
Kötü şiirle karşılaşınca kapatırsın dergiyi ya da kitabı olur biter.
Kötü bir resimle mi karşılaştın? Ya başını çevirirsin, ya satın alıp çöpe atarsın.
Kötü müzikten kurtulmak da mümkün.
Medya çoğaltmadıkça, kötü olanla baş etmek bir şekilde mümkün.
Fakat mimarî böyle mi?
Yaşadığımız şehirdeki her mimarî eser, önünden geçen veya onu gören herkesi sürekli biçimlendirir. Güzel eser hem taş üstüne, hem baş üstüne. Ya diğerleri? Kaçamazsın, ortadan kaldıramazsın. Yolunu değiştirsen, o çirkin eserin bir benzeri o kocaman gövdesiyle başka bir sokakta, caddede, meydanda yeniden karşına dikilir.
İstanbul, herkesin başka açıdan sevdiği ve şikayetçi olduğu bir şehir.
Bu şehirde güzelliğin de, çirkinliğin de anıtsal mimari eserleri mebzul miktarda var ve fakat makas güzel olanın aleyhine şakır şakır büyüdü, içimizi kesip biçmeye başladı.
Lafı uzatmayayım; Mimarlık fakültelerimiz için yeni bir kürsü teklifim var: Yıkım Mimarlığı.
Buradan mezun olacak mimarlarımızın tek işi olacak: yıkmak!
Bizi boğan, daraltan, canımızı sıkan, verdiği rahatsızlıkla baş edemediğimiz ne kadar çirkin bina, kulübe, gökdelen varsa acımadan yıkmak yıkmak yıkmak.
Ve aslî görevlerinden biri yıkmak olan bir belediye başkanı.
İşte bu yıkıcı başkan ve yıkıcı mimarların çalışmaları tamamen bittiğinde derin, yüz yıllık bir nefes alacağız.
“Yıkmak kolay yapmak zor” diyenlere bir çift sözüm var ama önce bir kaç Yıkım Mimarı ve Yıkıcı Başkan lâzım. Belki de gelirler...
Hamiş: Bugün Mimar Sinan’ın kabrinde büyük hareketlilik var!
Kıyıda bir ayak izi...
(İHH’nın “Yetimler Kardeşlerimizdir” resim yarışmasında dereceye giren bir eser. Aydın Berk Kızılay- Küçükçekmece Anadolu Lisesi)
Fatih Postahanesi’nde tuhaflık
İki gün önce akademisyen bir arkadaşın attığı tivitle haberdar oldum; Fatih Postahanesi’nde tatsız bir duruma şâhit olmuş. Naklettiğine göre postanedeki kadın memurlar, orada bulunan Suriyeli mültecileri hor gören, inciten kimi söz ve davranışlarda bulunuyormuş. İnanamadım ama arkadaşın da yalan söyleyecek hâli yok.
Mültecîlerin derdi zaten kendine yetiyor ve herhalde postahaneye sorun çıkarmak için değil, en yoğun ihtiyaçlarından biri olan ‘haberleşme’ için gidiyorlar. Kadın ya da erkek memurlar arapça bilmiyor olabilir, bilmek zorunda da değil. Ama bir mülteci de şıp diye türkçeyi öğrenmek zorunda değil.
Mültecî politikalarımızdan filan vazgeçtik, teknik olarak söylemek gerekirse o da bir ‘müşteri’. Sizden haberleşmeyle ilgili bir hizmet satın almaya gelmiş. Eğer burada dilden kaynaklanan bir sorun varsa mesele yok; mültecîlerin yoğun olarak yaşadığı bir semtteki bu kurumda (ve ihtiyaç varsa başka kurumlarda da) Fatih’teki, İstanbul’daki yüzlerce mağazanın yaptığı gibi arapça bilen eleman istihdam edersiniz ve olay biter.
Yok amacınız bağcı dövmekse o zaman ‘van minüt’ derim. Sen hiç mültecî oldun mu, derim. Ortaokulda, lisede yıllarca ingilizce ders aldığın halde ingilizceyi öğrenebildin mi, derim. Daha bir sürü şey derim ama önce Fatih Kaymakamlığına, İstanbul PTT Müdürlüğüne ve İstanbul Valiliğine sorarım ve sordum: Sayın ilgililer, neler oluyor Fatih Postahanesi’nde?
Size tavşan desem
Köpekleri hiç sevmediğimi bilen dostlarımdan bir avcı, geçen gün bana yolda rast geldi ve vaktiyle bazı yazılarımda köpekten bahsederken kullandığım lisan dolayısıyla duyduğu eski iğbirarı tazeleyerek beni hayli hırpaladı.
Bu kuduz nâkili, aç gözlü ve pis hayvanın faziletlerine beni inandırmak için neler söylemedi!
Ona kısaca şu cevabı verdim:
-Sadakat ve faziletinden müstefid olanlar bile köpeğin benden fazla dostu değildirler.
Bu hayvanın ismi her lisanda bir küfür olarak kullanılırken, insanların ona karşı minnet ve muhabbet taşıdığına kimi inandırabilirsiniz? Size tavşan desem, deve desem, darılmazsınız, fakat köpek! (...)
Ahmet Haşim- İkdam gazetesi- 11 İkinci Teşrin 1928