Süleymaniye’de
Der demez hemen tamamlanır: ‘bayram sabahı.’
Yahya Kemâl şiirinin türkçeye, bayrama ve İstanbul’a vurduğu damga dizelerden biri budur. ‘Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ artık bir klasiktir. Bu şiir bir levha hâlinde Süleymaniye’nin içinde de durmaktadır.
Yaklaşık 20 yıldır her bayram sabahı Süleymaniye’de dostlarla buluşuyor, namazdan sonra oturup çay-simit taam ediyoruz. Bu bayramda ilk defa ekmek, beyaz peynir ve kaşar da ekledik. Zeytin getirecek genç arkadaş yetişemedi.
Uc uca eklediğimiz masalardaki dostlara baktım; en yaşlımız 80, en gencimiz 5 yaşında idi.
Durmadan tazelenen çaylar, tazelenen hatıralar ve aramızda birazdan yola çıkacak olanların tedirgin oturuşları…
Mimar Sinan da anılıyordu o mecliste, Londra’daki saldırı da, bu yıl o masada artık hiç olmayacak olan bir dostun açtığı sonsuz boşluk da.
Çocuklar da günden güne büyüyor olmalı ki, her yıl çektirdiğimiz fotoğraflar artık çoktan değişmiş, kucağımızda taşıdığımız çocukların her birinin boyu bizi on- onbeş santim aşmış, gerçekliğin ipini de zamanın boynuna asmıştı.
Kaçınılmaz olarak eski bayramlardan da söz edildi.
Sanırım eski bayramlara olan özlemden daha başka bir hüzün var, bu anmada; o da artık eski zamanlara, çocukluğa/gençliğe asla geri dönülemeyecek olmasının kesin bilgisi. Mecburî yönde ilerleyiş ve yolun sonuna/ başka bir yolun da başına doğru yürüyor olma hâli. Kaçınamamazlık.
Ve gençlerin her zaman olduğu gibi bunu hiç umursamaması.
Kurban Bayramı sabahında yeniden buluşmak üzere ayrılırken sadece bayram sabahlarına mahsus o İstanbul tenhalığına karışmak. Caddelerde üçerli dörderli gruplar hâlinde dolaşan Afgan, Suriyeli, Iraklı gençlerin daha da belirginleşmesi.
Şehir, yaşanabilir bir ağırlığa ircâ olmuş, nefes alıyor, trafik sâkin, ritm normal. Ne kadar sürecek? Üç gün.
Dutların vakti geçiyor. Yahya Kemâl yok ve bayram da bugün bitti.
Buna mukabil dut mevsimi yine gelecek, şiirler duruyor ve ömrü olan bayrama yine erecek. Ama bu arada neler değişecek içimizde ve dışımızda bunu hiç bilemiyoruz.
Körfezdeki dalgın suya bir bakmayı denesek göreceklerimiz şairin gördüklerinden ve görmemizi beklediklerinden epey farklı; Uzak körfezde sular epey ısındı ve bir tas suyu da bizim üzerimize dökmek istiyorlar.
Hadi bakalım.
Karpuz Kestim Yiyen Yok
Türkümüz, büyük İslam şairi Fuzulî’nin, dünyada yalnızlık edebiyatının şaheseri sayılan şu ünlü beytiyle yarışacak kadar güzel ve sade iki mısra ile başlıyor. Ama önce o beyti hatırlatmak isterim:
“Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapum, bad-ı sabâdan gayrı”
Şimdi türküler…
“Karpuz kestim yiyen yok
Hâlin nedir diyen yok
(Aman) Ayrılık gömleğini
Senden başka giyen yok”
Önce insanın, yemek üzere kendisi için karpuz kesmeyeceğini öğreniyor, hatta adeta hatırlıyoruz. Bir kesen olduğu halde, onu yiyecek kimsenin buluhmadığı söyleniyor. Çünkü karpuz, tek kişilik bir meyve değil! Cenâb-ı Allah, Cuma namazı gibi cemaatle paylaşılsın diye de karpuzu büyük yaratmış. Etrafına halka olalım diye yuvarlatmış; tatlı dille yiyelim, muhabbetle içimizin tutuşup alevlenişine karşı ayna olsun diye, içinin kor ateş kırmızısını sula ve şekere boğmuş.
Allah’u ekber ve lil’lahi’l hamd!
Bir kişilik meyveye ölçü, kanaatimce bütün bir elmadır. Ancak onu da bir elmanın iki yarısı gibi birbirine candan yakın olanların paylaşarak yemesi daha güzeldir. İçinin ayrınlığı yüzüne vuran faziletli insanlar misâli, gönül yüceliği türkülere çıkan milletimizin, paylaşma ölçüsünü bir fındık tanesine kadar genişleten yüce mensupları da vardır. Meşhur bir Giresun türküsünde;
“Bir fındığın içini
Yar, senden ayrı yemem” diyen zât, bu mümtaz zümrenin bir temsilcisi olmalıdır.
Ancak yalnızlığı paylaşacak dostun yokluğunu vurgulamak için seçilecek en isabetli meyvenin karpuz olduğu kesindir. Önünde kesilmiş karpuz dilimleriyle insan, yalnızlığının adeta elle tutulurcasına somutlaşıp yıkıcı bir kuvvete ulaştığını duyar ve görür.
/Çocukluğumda, Erzurum evimizin “ergişi” odasında, (erçkişilereçmahsus, misafirlik oturma odası, selamlık) dedemin ve onun kendisi gibi sarıklı, uzun sakallı misafir arkadaşlarının yanında karpuzun dilimlenişini seyreder ve bir yandan da kabukların kırmızılıklarını kemirirken; Peygamber Efendimiz’in de arkadaşlarıyla karpuz yediğine ve fakat nasıl kesildiğini bilmediğine ve bir dostu tarafından uygulamalı olarak kendisine bugün dilimlediğimiz biçimde karpuz kesmenin latife yollu tarif edildiğine dair hoş bir sohbete kulak misafiri olmuştum./ (…) Şaban Abak- Karpuz Kestim Yiyen Yok- Vadi yay.
Ev baklavası
Her bayramda “bazı” evlerde yaşanan bayram telaşının önemli bir kısmını da ev baklavası ve sarma yapma hazırlıkları oluşturuyor.
Genç kızların biraz da şikayet ve sitemle katıldıkları/katlandıkları bu gelenek kimileri tarafından küçümseniyor da.
Bunda başarısız ev baklavalarına karşı bir tepkinin payının da bulunduğu söylenebilir. Başarısız ev baklavaları için ‘üzerine şeker dökülmüş hamur’ nitelemeleri yapılıyor ki büsbütün haksız sayılmaz.
Bundan üç yıl evvel Kütahya’da bir evde bir bayram ziyareti sebebiyle bulunmuştum. Gece istirahat için bana tahsis edilen odadaki hakkı verilerek hazırlanmış bir tepsi baklava ile uyurken verdiğim mücadeleyi hatırladım. Epey cenk etmiş, evsahibi arkadaşı gece odadan telefonla arayarak tepsiye karşı bazı hücumlarda bulunacağımı beyan etmiş idim. Hücumlar vâki oldu bittabi.
Sarmaların ise kalın mı ince mi sarılması gerektiği hususunda kaşık ulemâsı arasındaki ihtilaf sürüyor. Erbab-ı mütalaa der ki ‘aslolan sararken katılan sevgidir.’ Vesselam velbayram.