Okulun öğretemedikleri
Okulların açılmasıyla birlikte yürürlüğe giren temcit pilavlarını yemekten iyice obez olduk. Çocuklar da öyle.
Eğitim üzerine herkesin bir fikri var, tıpkı din üzerine olduğu gibi. Ama matematik konusunda, resim, felsefe konusunda herkesin bir fikri yok. Tıpkı arabaların beynindeki arıza hakkında olmayan fikirlerimiz gibi.
Hani bilirsiniz, Sümerler zamanındaki tabletlerde bile bulunmuş yazılardaki o meşhur sızlanmaları: “Gençlik bozuldu, her şey kötüye gidiyor.”
“Her şey iyiye gidiyor, insanlık kötüye gitmez” fikriyatı ile “her şey kötüye gidiyor” fikriyatı arasındaki sonu gelmez tartışmaların gâlibi olabilir mi? Olursa da biz görebilir miyiz?
Peki dünya ölçeğinde milyarlarca öğrencisi ve yüzmilyonlarca öğretmeni olan eğitim sistemlerinin toplam sonucu, hangi takımın görüşünü desteklemekte? Acaba eğitim sistemleri sonuçta insanlığın iyiye gitme değirmenine mi, yoksa kötüye gitme değirmenine mi su taşıyor? Bu sorunun cevabını da kolayından bulduğumuzu söylemek mümkün değil.
Bir de zorunlu eğitim diye bir şey var biliyorsunuz. Bir çocuk okuldan nefret etse de, yahut bir velî yüzlerce değişik düşünceye bağlı olarak çocuğunu okula göndermek istemese bile, olmuyor, o çocuk mutlaka her gün okula gidecek ve bu uzun yıllar boyunca devam edecek. Sistem böyle buyuruyor. Oysa dünyada bugün gelinen noktada çok sayıda alternatif eğitim modeli var ve uygulanıyor.
Her neyse. Ben zorunlu eğitimi biraz sorunlu eğitim olarak gören biriyim.
Eğitim ille de zorunlu olacaksa bunun süresinin 1 yılla sınırlanması gerektiğini düşünüyorum. Bu 1 yıllık zorunlu eğitim sürecinde okuma yazma, dört işlem, karşıdaki muhatabını dinleme, teşekkür etme ve özür dileme ve son olarak trafik kuralları öğretilmelidir ve sanırım öğretilebilir de. Ve mümkünse şu: İyiyle kötüyü, güzelle çirkini, adaletli ile adaletsizi ayırabilmenin ip uçları...
1 yıldan sonra ise, isteyen gönüllü öğrencileri bir imtihana tâbi tutarak istediği bir alanda tedrisata tâbi tutma ve en üst kalitede yetiştirme. Ve tabii ki öğretmenlerin de klas bir yöntemle seçilip yetiştirilmesinin mekanizmaları. Ve elbette öğretmene de, seçilmiş öğrenciye de gerçekten iyi ve seçkin bir ‘maaş’ verilmesi. Güldünüz! Olsun.
Oh be! Nihayet ben de eğitim hakkında vatandaşlık hakkıma bağlı olarak görüşlerimi açıklamış bulunuyorum. Biz de vergi veriyoruz beyfendi. Bilmem anlatabildim mi?
ORHAN BABA'YI DİNLEYİP GEÇERKEN
Geçenlerde ‘profesyonel’ bir müzik dinleyicisi dostumla konuşurken bir kaç şeyin altını çizdi. Maaşının önemli bir bölümünü dünyanın çeşitli yerlerinden satın aldığı müzik albümlerine yatırıp ciddî bir koleksiyonun da sahibi olan dostum söz Orhan Gencebay’a gelince şöyle dedi:
“Orhan Baba bestecilikte olduğu kadar icracılıkta da bir üstad şüphesiz. Bağlama çalan biri olarak onun eserlerinin ne denli çetin ceviz ve özgün olduğunu bilenlerdenim.
Sesinin, sazının ve müziğinin imkân ve imkânsızlıklarını yani sanatının sınırlarını iyi gören, bunu iyi “hesaplayan” bir usta. Bu, bütün sanat şubelerinde başarılı olabilmenin genel ve soyut bir şartı, bir meziyet. Onun eserlerini başkasından dinlediğinizde bu farkı görüyorsunuz; aynı şekilde eskiden icra ettiği halk ve sanat müziği eserlerine sazı ve sesiyle nasıl kişisel bir damga vurduğunu da.
Enstrüman (ve dolayısıyla orkestralama) konusunda da çok marifetlidir hazret.
Geriye dönüp bakıyorum, Orhan Gencebay’lı ne çok hatıram, “yaşantım” varmış.
Türk müziğine neler kattığı henüz esaslı ve etraflı olarak anlatılmadı, anlaşılmadı. Müzik türü dolayısıyla Erkin Koray, Barış Manço, Cem Karaca, Timur Selçuk, Neşet Ertaş gibi ustalar biraz daha şanslı idiler amma onlar hakkında da derli toplu çalışmalar, analizler yok. Sanat ve halk müziğinden sonra Türk müziğinin hangi yollarda nasıl değiştiği, geliştiği ve bunun sosyo-kültürel boyutları yeterince irdelenmedi. Onları en iyi anlayanlar “dinleyicileri” oldu. Müzikte içinde bulunduğumuz vasat bunun delili zaten.
Allah selamet ve ömür versin ustaya.”
Biz dahi katıldık bu duaya.
BİR MESLEĞİN BAŞLANGICI
(...) Arkadaşım halkiyat tetkikleri yapmak, hikâye ve şiir toplamak için seyahate çıkmış genç bir âlimdi. Kayseri’den trene binmiş, artık sıkılmaya başladığım yalnız yolculuğun hiç olmazsa bir kısmına iştirak edeceği için beni pek sevindirmişti. Gözlüklerinin arkasından biraz mahcup bir hâl ile etrafı süzen gözleri tesadüf ettikleri cansız eşyadan bile rivayet toplamak istiyormuş gibi meraklı ve sorucuydu. Bize muslukların yerini gösteren, yastıkların kirli tarafını el çabukluğu ile alta çevirip, meydana çıkan tarafın daha berbat olduğunu görünce pişkin bir gülüşle yüzümüze bakan otel hizmetkârını derhal sorguya çekti, âşık kahvelerinin yerlerini, meşhur saz şâirleri bulunan köylerin isimlerini öğrendi. Hatta bir aralık uyku sersemi adamı oturtup Bey Böyrek veya Köroğlu masallarının Sıvas rivayetini söyletmeye kalkacak diye korktum, bir bahane ile delikanlıyı savdım. (...) Sabahattin Ali- Yeni Dünya- YKY