Neylersin
Bu kadar okullar, eğitimler, zorunlu öğrenim yılları şu, bu...
Ama gündelik hayata baktığımız zaman adeta zehir zemberek detaylar.
Evet bir ana gövde var ve insan/toplum hayatı oradan bir şekilde akıyor, ‘âsiyâb-ı devlet’ bir şekilde dönüyor ama ne pahasına!
Diyelim ki ülkede terör yok, bir anlığına böyle düşünelim. Peki her şey güllük gülistanlık mı olacak terör olmasa?
Sinan’ın eserinin yanına hâlâ daha beton heyula temelleri atanları mı ararsın, trafikte hödüklük eserine yeni sayfalar eklemek için taklalar atanları mı izlersin, memleket ahvali her ne surette olursa olsun devlet koridorlarında yolunu bulduğu sürece keyfi yerinde, yüzünde gülücükler açanı mı dinlersin; liyakatsiz bürokratın vatandaşın hayatını cehenneme çevirişine mi bakarsın, velhasıl neylersin?
Ne oldu? Pazar günü ABD’nin Orlando şehrinde bir katliam oldu ve 50 kişi öldürüldü, bir o kadar yaralı var. Ne söylendi? ‘Bu saldırı 11 Eylül’den sonra Amerika’nın tarihindeki en büyük saldırı’ dendi.
Peki son bir yıldır Ortadoğu’da ve ülkemizde olanlar?
Artık dinlemeye bile zor tahammül ettiğiniz, kanıksadığınız (!) terör cehennemleri, büyük trajediler, tarihin kan banyoları.
Bunların bir kısmı 11 Eylül’den sonra Amerika’nın dışarıya nizam verme heveslerinin bir sonucu. Bir kısmı da hâlâ bölgeyi dizayn etme operasyonlarının ara süreçleri olarak devam ediyor. Bölgede sadece Amerika yok. Rus uçakları da vuruyor sivilleri, ‘Koalisyon’ uçakları da. İran da var, İngiltere de.
Sonra ne oldu?
Aynı gün ‘seri katil zanlısı’ da yakalandı. Medyada saniye saniye bir ilgi, bir ilgi.
Şu mu oluyor modern zamanlarda: hem toplumların hem de bireylerin gündemini şiddet, terör, ölümler ve kan mı tayin edecek? Yoksa hep böyleydi de biz mi hüsn-ü kuruntular içindeydik? O hülyalı mektep sıralarında alınıp-verilenler bir hayâller silsilesinden mi ibaretti?
Daha bu yazı bitmemişti ki bir patlama haberi de Tunceli’den geldi.
Böyle çatlamalı patlamalı bir dünyada ne yeryüzünde dolaşan aç bîilaç milyonlarca mültecî şifayâb oluyor, ne de ‘ben hiç bir şeye karışmıyorum ki’ deyip kendi köşeciğinde yaşamaya çalışan insan huzur buluyor.
Orada silahlar üretilip, her yerde birileri silahlandıkça bu bitmeyen kaotik şiddet çemberi çevrilmeye devam edecek. Adalet değil de çıkar öncelemeleri sürdükçe ne İşid’ler bitecek, ne Orlando’lar, ne de Ortadoğu’lar. Hakikatten, adaletten, muhabbetten kopmuş insan ve yapılarla buraya kadar ve bu kadar.
( İstanbul Şehir Aniversitesi-Şehir Araştırmaları Merkezi’ne teşekkür)
Sorun ne
Bilgisayar teknolojisi mantık dışı olan “makina insanlar” ve “insan makinalar” metaforlarına güç kazandırdı...Doktorlar ve hastalar, makinalar gibi insanın da bozulan kısımlarının, diğer kısımları bozmayan ve hatta etkilemeyen mekanik parçalarla değiştirilebileceğine inanmaktadırlar...
Modern endüstri yöntemlerini mümkün kılan şey, bir makinanın ayrılabilir ve değiştirilebilir parçalardan yapılması fikridir. Fabrikalar organize edilirken çalışanlar da ayrılabilir ve değiştirilebilir parçalarmış gibi görülmektedir. Endüstri büyük oranda yabancılaşma ve acı meydana getirmiştir...
En ciddî problemlerimiz ne teknik şeylerdir ne de bilgi yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Eğer bir nükleer felaket gerçekleşecekse bu yetersiz bilgi yüzünden olmayacak. İnsanlar açlıktan ölüyorlarsa eğer, bunun sebebi yetersiz bilgi değildir. Matematiksel eşitliklerin, anlık haberlerin ve çok büyük miktarda bilginin bu problemlerle baş edebilmek için yapabilecekleri bir şey yoktur. Ve bilgisayar bu problemlere hitab edememektedir.
Bütünüyle makinalara bel bağlayan doktorların gözleme dayalı teşhiste bulunma yeteneklerini kaybettiklerini biliyoruz. Bilgisayar kültürüne dalmakla diğer insanî becerilerden ve geleneklerden hangilerini yitireceğimizi de pekâlâ merak edebiliriz. Teknopolistler bu tarz şeylerden endişe duymazlar. Bu tarz endişeleri olanlar “teknoloji karamsarları” olarak adlandırılırlar. Ben daha ziyade Kral Thamus gibi teknolojik ılımlılık sahibi olduklarını düşünüyorum. Neil Postman- Teknopoli/Yeni Dünya Düzeni-Paradigma Yay.-Çev: Mustafa Emre Yılmaz
Karlı ayran
Merhum Mitat Enç’in, Uzun Çarşının Uluları isimli harika kitabında bir karlı ayran bahsi vardır. Antep’in scak yaz günlerinde bunalan esnafın ve misafirlerinin imdadına bu karlı ayran yetişir ve içeni serinletip rahata kavuşturur.
Düşünün, hem ayran, hem de karlı.
Kitabı okurken bir kaç yerde zikredilen bu karlı ayran hafızamın bir kenarına yerleşmişti ve fakat henüz kendisiyle karşılaşmamıştım. Karlı havalarda güzel, temiz kara tesadüf ettiğimde de ne acayiptir ki karlı ayran yapmak hiç aklıma gelmemişti.
Yolum bir gün Ankara Küçük Esat’da bir kebapçıya düştü. Kebabı güzeldi ve fakat beni dehşete düşüren şey istediğim ayran oldu. Ayran, yıllardır hafızamda olan karlı ayrandı. Bardağa göre büyük, bakır bir sürahicik içinde vermişlerdi. Derhal içtim ve büyük bir memnuniyetle bir sürahicik ayran daha isteyip işletme sahibine teşekkür ettim ve sordum:
-Beyfendi siz Antepli misiniz?
Adam şaşırdı fakat kendini toparlayıp “hayır,, dedi ve ekledi: Niçin?”
-Ama Antepli değilseniz bu karlı ayranı nereden biliyorsunuz? deyince adam sunturlu bir küfür sallayıp “vay anasını dolap yine bozulmuş” deyip özür diledi.
Ben kafamda yıldızlarla kendimi dışarı atıp biraz Antep’i düşündüm, biraz da başka şeyleri.