Düşünce ve eylem
28 Şubat yirminci defa geçti.
Neydi, ne oldu, daha da ne olacak? Peki 28 Şubatcıların hedefe koydukları ne idi, ne oldu, ne oluyor?
Herkesin sorusu kendine, cevapları da. Ama bir ‘mağduriyet şöleni’ durumu oluştu mu, oluştu.
Düşünmek, temelde bireysel bir şeydir ama onu birilerine açtığın zaman hızla zenginleşir. Çöpe dönüşmesi de mümkündür, kime açtığına bağlı.
Bazan da bir mesele birden fazla kişiyle düşünülür.
Geçenlerde böyle bir masaya rastladım Bağlarbaşı’nda muhkem bir masa etrafında on-onbeş akademisyen/yazar ‘Trump ve İran’ başlığı altında fikir teatisinde bulunuyordu.
Mustafa Önsay başkanlığındaki GRTC (Global Research Thinking Center)’ın evsahipliği yaptığı toplantıda İran’ın boylu boyunca masaya yatırıldığını gördüm.
İkinci Bin Yıl Söyleşileri başlığıyla yapılan bu toplantıda İran üzerine çok boyutlu tarihsel ve güncel açıdan ekonomi, siyaset, inanç, sosyal yapı gibi çok boyutlu paradigmalar etrafında yapılan tartışmaların, analiz ve değerlendirmelerin nasıl bir verime dönüşeceğini merak ediyorum.
Bekam (Bilim eğitim Kültür Araştırmaları Merkezi) ise Turgay Aldemir’in başkanlığında Küresel Barış Vizyonu Çalıştayı adıyla Gaziantep’te 4-5 Mart’ta yapılacak önemli bir çalışmaya imza atıyor.
Özellikle Suriyeli entelektüel mültecilerle ilgili çok sayıda değerli çalışma ve yaklaşım sahibi olan Bekam, sessiz ama çok değerli çalışmalarla düşünce ve eylem üretmeyi sürdürüyor.
Çok başka alanlarda çalışarak düşünce ve eylem üreten bambaşka STK’lar da var şüphesiz. Faaliyet alanlarına göre bir çok alanda düşünce ve eylem üreten bütün kuruluşlarımıza bin selam.
Fakat bir soru ister istemez aklıma takılıyor; Acaba Devletin ilgili birimleri bu çalışmalardan ne kadar istifade ediyor ve bu kuruluşların çeşitli ihtiyaçları vuku bulduğunda onların ne kadar önünü açabiliyor? Yoksa sadece bazı idealist adamların yapıp ettikleri, yerini bulup işlevini gerçekleştirmeden yarı yolda sönümleniyor mu?
Yarın 3. Millî Kültür Şûrası başlıyor.
Bu da Devletin bir faaliyeti. Kültür meselesi sanırım enine boyuna devlet masasına yatırılacak ve değişik açılardan yüzlerce başlık altındaki yüzlerce soru/sorun cevap arayacak.
Ne diyelim, hayırlı olsun.
Bir düşünceyi düşünmek de, eylemek de öyle kolayından olmuyor. Bin yıl artı bir saat diyelim geçelim, ya da duralım.
Biraz düşünmek kafanızı acıtmaz ve biraz bir şey yapmak herkese iyi gelir azizim.
Elli yıldır bir arpa boyu
“Kana kuvvet göze fer batna cilâdır çorba/İllet-i cû’a devâ mahz-ı gıdâdır çorba.”
Ahmed Rasim’in bu dizelerle başlayan şiiri ne de sevimli. İstanbul’un hemen hemen tüm ünlü işkembecilerinde çerçeve içindeasılı. Lâkin envâ-ı çeşit imlâ hatalarıyla dolu. Biriniz de hatasız yazın be mubârekler!
Diyeceksiniz ki “Muhterem, hata arıyorsan kendi satırlarına bak.”
Konu dağılacak galiba, müsadenizle geçelim.
Efendim, bu satırları Fatih’teki bir işkembecide yazıyorum. Kaldırım tıklım tıklım yine bu akşam. Sokak boyunca yer alan dev ekranlarda maç var. İyi güzel de...Az önce ağzımızın tadını kaçıran bir hadise oldu. Stadyum dolusu seyirci, futbolculardan birine küfrediyor. Koro halinde! Hep bir ağızdan! Oldu mu be kardeşim. Edeb yâhu!
Stadyuma bakıyorsun, iki taraftar grubunun arasında sıra sıra polis. Ne oluyor beyler! Maça mı geliyorsunuz kavgaya mı! Bununla kalsa iyi. Maç bitiminde ağzı köpüklü spor yazarlarının reyting uğruna dalaşmaları başlayacak. Yöneticilerin demeçleri de tuzu biberi.
Toplum yeterince gergin zaten efendiler. Bir de siz körüklemeyin!
...
Ekim 1967 Sivas.
Sabah. Kentte bir heyecan, bir hareket! Otobüsler, minibüsler, tren... Binlerce futbolsever tezahürat sesleri arasında yola çıkmak üzere. Kayseri’de oynanacak maçı izlemek için.
Bu arada, melâmimeşrep görünümlü yaşlı bir adam dolaşıyorortalıkta: “Gitmeyin, ölünüz gelecek, gitmeyin!” diye sesleniyor.
Kimsenin aldırdığı yok pek tabii olarak. Biraz sonra, kafile alkışlar, tezahüratlar arasında hareket ediyor. Melâmimeşrep ihtiyar konvoyun peşinden koşuyor yine: “Gitmeyin, ölünüz gelecek, gitmeyin!”
Aynı akşam radyo haberi: Maçta olaylar çıkmış! 41 ölü!
Koca kent feryad figan fırlıyor sokağa... Hükümet konağının önü iğne atsan yere düşmüyor...Ağıtlar, çığlıklar, saçını başını yolanlar. Valilikten ölü listesi bekleniyor. Kimi oğul derdinde, kimi kardeş, kimi baba.
Meydanın az ötesindeki heykelin dibinde bir adam: Melâmimeşrep ihtiyar. Kendi halinde. Bağdaş kurmuş, kalabalığa bakıyor.
Ertesi sabah... Kargaşa, panik, yağma! Yağmadan korunmaya çalışanların kapılarında iğreti yazılar: ‘Sivaslıyız Yaslıyız’ vb.
Melâmimeşrep ihtiyar gayet sakin... Yine kendi halinde. (Bendeniz, bu İhtiyarı hâlâ merak ederim. Kimdi, neciydi? Yıllarca dilden dile dolaşmıştı o günkü halleri.)
Her neyse, aradan elli yıl geçti. Rivâyete göre o acı olayların başlangıcı da küfür dolu karşılıklı tezahüratlar idi.
Keşke diyorum, o küfürler olmasaydı. O ölümler olmasaydı, o yağmalar olmasaydı.
Keşke, bu elim hadiseyi hatırlamak zorunda kalmasa idim.
Toplumu germeyin efendiler, lütfen!
YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ