Çocuklardı
Dünya çocuklarının durumunu iyileştirme misyonuyla kurulmuş Unicef’in, önümüzdeki 30 yıl içinde kaç çocuk öleceğinin istatistik bilgilerini yayınladığı bir dünyada bazı şeylere şaşırmamamız gerektiğini henüz anlamış değilim.
Bazan şaşırıyor, üzülüyor, şapşallaşıyorum çocuklara olanları görünce.
Neler yapmıyoruz onlara, okullardan başlayarak bir düşünelim.
Savaşlara yüzümüzü çevirip bakmasak bile önümüze fırlayan, düşen küçük cesetlere bakarak düşünelim.
Sokaklarda her gün elleri açtırılıp bir şey dilenirken ve şiddetli yağmurda yalınayak görüntülerine şöyle bir takılıp paltolara biraz daha sarılırken.
Düşünelim ve içinden çıkamadığımız bu durumu nasıl kanıksadığımızı, o küçük canların, dünyanın normal bir parçası olarak nasıl algılanmaya başladığını.
Ve daha basit hastalıklardan, anne sütü bulamamaktan, yiyecek ekmek, içecek su bulamamaktan doğan yüzbinlerce, milyonlarca ölümü nereye koyalım?
‘Kurt taksimi bir dünyada bu kadar’ deyip çıkamıyorum işin içinden.
Adana’da 10’dan fazla çocuğun yanarak ölmesi, yasal bina güvenliğinin her kademede nasıl savsaklandığının ve çürümenin dehşet verici bir göstergesi.
Kuşkunuz olmasın, aynı savsaklama ‘işini bilir bürokrat ve vatandaş’ arasında, hayatın bir çok alanında bir ping pong topu gibi gelip gidiyor.
Arada bir kaçınılmaz olarak gelen yıkımda, bulunabilirse bir günah keçisi bulup meletiyorlar, bulunamazsa o elzem teknik gereklilikler yeni bir faciaya kadar sümenaltı edilmeye devam ediyor.
Oysa sistematik bir savsaklama mahallindeyiz.
Belirli tarifeleri olan bu savsaklama düzeni yok edilmedikçe yol da çöker, bina da yanar, kaldırım taşı üzerinize su da sıçratır, otobüs birden yoldan da çıkar, deprem birden yüzbinleri de alır. Bir tanecik kafan da çatlar durur.
Çocuklardı.
Artık yoklar işte.
Ailelerine sabır versin Allah, hayatını kaybedenlere rahmet olsun.
Mektuptan e-postaya
(...) 20. Miladî asdır son on yılına girdiğimizde dijital telefon santralleri, mektubun ortadan kalkmakta olduğunu ilan etmiş, bu durum, bazı sanat ve düşünce adamlarında insanlararası iletişimin azalma yönünde büyük bir darbe yemesi olarak da yorumlanır olmuştu. Zira biliyoruz ki haberleşme ihtiyacı karşılandıkça insan özgürleşiyor. Fakat mektubu ortadan kaldıran temel etken, insanın daha çok özgürlük ihtiyacı ile geliştirdiği hızlı ve süreklisiletişim araçlarıydı. Sırasıyla telefonun, çep telefonunun ve nihayet internet araçlarının sağladığı iletişim imkânları, ne hız, ne hacim bakımından mektupla kıyas kabul etmez büyüklükteydi.
Ne var ki bir iletişim aracı olarak mektubun ortadan kalkışı sonucunu da beraberinde getirmiş oldu.
Konunun iletişimcilerden ziyade edebiyatçıları ilgilendirmesinin sebebi de budur.
Şimdi cevabı merak edilen soru, bilgisayar ortamındaki haberleşmenin –ki artık yazıya da gerek kalmaksızın gerçek zamanlı olarak sesli görüntü nakliyle kesintisiz haberleşme imkânından sözediyoruz- mektubun; bir edebî tür olarak mektubun yerini gerçekten doldurup dolduramayacağı, dolduramayacaksa, insanın kendini bir başka aktarması, iletmesi alanında açığa çıkan bu boşluğun nasıl ve neyle giderilebileceği sorusudur.
(...) Kanaatimce mektubun kağıt ve kalemden sonraki temel malzemesi ise “hasret”ti. Yazıyı, sesi, canlı görüntüyü aynı anda ve her istendiğinde aktarabilme imkânı ise, günümüzde insanlar arası hasretin oluşmasını adeta engelliyor. Şaban Abak-Yıldız Tutulması-Vadi Yayınları
Halepler ve arşınlar
Batılılar onlarca ülkenin savaş uçaklarıyla yıllardır Suriye’yi bombalıyor. Kimi bölge ülkelerinin ve Suriye rejiminin de bizzat katıldığı bu bombalamalar neticesinde yüzbinlerce insan öldü, milyonlarcası da dünyaya dağılıp mültecî olmaya ‘çalışıyor.’
Son aylarda Rusya’nın da katılımıyla özellikle Halep’te yepyeni katliamlar görüyoruz. Şehir, içindeki canlarla birlikte sürekli bombalanıyor, yakılıyor, yıkılıyor, her şey bir harabeye dönüşüyor.
Ve sağ kalan Halepliler kendilerini bombalamak üzere gelen Batı’ya doğru yürümeye, üzerine sürekli ölüm yağan Halep’ten uzaklaşmaya çalışıyorlar. Ölümden, öldürene doğru bir yürüyüş gibi. Derin bir acı, çaresizlik ve kesinlikle.